11 Ekim 2015 Pazar

"İNSANLARA TAPINMA DİNİ" NEDİR?

BENZER ESERLER İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ

GİRİŞ:

Tarih boyunca kimi toplumlarda, Allah'ın insanlardan ne istediği değil insanların birbirlerinden ne gibi beklentileri olduğu daha önemli olmuştur. Bazı insanlar, Allah'ın hak kitabında bildirdiği hükümlerden, insanlara emrettiği yaşam tarzından habersiz şekilde kendilerini toplumun ve içinde yaşadıkları sosyal çevrenin beklentilerini yerine getirmeye şartlandırmışlardır. 

Günümüzün Kuran ahlakını yaşamayan toplumlarına şöyle bir baktığınızda Allah'ın emir ve yasaklarının çoğu kimse tarafından tam anlamıyla bilinmediğini ve uygulanmadığını rahatlıkla görebilirsiniz. Üstelik bu durumdan pek çok kişi bir rahatsızlık duymamaktadır. Allah'ın gücü, O'nun rızasını kazanmanın ne kadar önemli olduğu, O’nun emirlerine uyulmadığında Allah Katında nasıl bir karşılık alınacağı neredeyse hiç düşünülmemekte, çoğu insan bu konuları aklına dahi getirmemektedir. Oysa aynı kişiler çevrelerindeki insanların kendileriyle ilgili olarak ne düşündükleri, kendilerinden ne gibi beklentileri olduğu, onlara kendilerini daha çok beğendirmek, daha çok sevdirmek için neler yapmaları gerektiği gibi sayısız konuyu yakından takip etmektedirler. Bu kimseler insanlara, Allah'tan daha fazla sevgi ve bağlılık yöneltilen böyle bir sistemin içinde yaşamakta ve bunun yanlış olabileceğine ihtimal de vermemektedirler. 

Bu, son derece köklü ve sapkın bir düşünce ve yaşam tarzı, insanların maddi ve manevi imkanlarını sarf etmelerine neden olan, hatta hayatlarını bu uğurda harcayacak kadar onları etkisi altına alan yanlış bir inanç şeklidir. Bu inanç şekli kendi emirleri ve yasakları, doğruları ve yanlışları olan, üstelik herkesin de bunlara uymasını zorunlu kılan batıl bir din haline gelmiştir. Bu batıl dinin yaşandığı toplumlarda her insan kendi sosyal çevresinin beklentileri doğrultusunda hazırlanmış bu paket programa uymak zorundadır. Çünkü ancak bu şekilde o insanların arasında yaşayabilir; aksi takdirde dışlanıp küçümsenir. Diğer insanlar, gerek bakışları, gerekse tavır ve konuşmalarıyla, kendilerine uymayanları aşağı gördüklerini açıkça hissettirirler.

Bu duruma düşmemek için o kişinin tüm gün boyunca, kendi kendine unutmadan sürekli olarak tekrarlaması gereken birtakım sloganları vardır. Örneğin; benim için uyanık desinler, zeki desinler, güzel desinler, neşeli desinler, hoş sohbet desinler, becerikli desinler; aman sakın cimri, bencil demesinler, saf demesinler, cahil demesinler... Bu batıl dine uyan kişi, tüm bunları, tıpkı bir ibadet gibi vazgeçmeden ve aksatmadan büyük bir titizlikle uygular. Çevresindeki insanların, kendisinden razı olacakları bir kişilik geliştirmeye büyük çaba sarf eder. İtinayla sürdürdüğü bu uygulamalar sonucunda, insanlara Allah'tan daha çok değer veren, onların rızasını kazanmak için önüne gelen her teklifi kabul eden, tüm dikkatini insanlara yöneltmiş biri haline gelir. Artık bu kişi, insanların birbirine kulluk ettiği batıl bir dini sistemin içinde hapsolmuştur. İçten içe yaşanan bu gizli dinin azimli bir mensubu haline gelmiştir. 

Bu batıl din, Allah'ı bırakıp insanlara tapmayı öngören bir dindir. İnsanlara tutkulu bir bağlılığı simgeleyen ve adını "İnsanlara Tapınma Dini" koyabileceğimiz bu batıl inanç elinizdeki kitabın ana konusunu oluşturmaktadır. Allah, Kuran'ın pek çok ayetinde insanları bu sapkın inançtan kurtulup yalnızca Kendisi’ne kulluk etmeye davet etmiştir. Bu ayetlerden birinde şöyle buyrulmaktadır:

"Siz yalnızca Allah'tan başka birtakım putlara tapıyor ve bir takım yalanlar uyduruyorsunuz. Gerçek şu ki, sizin Allah'tan başka taptıklarınız, size rızık vermeye güç yetiremezler; öyleyse rızkı Allah'ın Katında arayın, O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Siz O'na döndürüleceksiniz." (Ankebut Suresi, 17)

Biz bu eserde, kimi insanların hem dünyalarını hem de ahiretteki sonsuz hayatlarını büyük bir tehlike içine sokan ve onları, Allah yerine O'nun yaratmış olduğu insanları ilah edinmeye (Allah'ı tenzih ederiz) zorlayan bu şeytani sistemin yapısını ve insanları nasıl kontrolü altına aldığını günümüzden bazı örnekler vererek anlatacağız. Bu gibi insanlara, kendileri için henüz zaman varken bu batıl dinin büyüsünden kurtulmaları için neler yapmaları gerektiğini Kuran ayetleriyle açıklayacağız. 

Unutulmamalıdır ki bu sapkın din, dünya üzerindeki kimi toplumları ne kadar etkisi altına almış olsa da, iradesi güçlü ve aklı başında bir insan için, bu batıl sistemi yaşamaktan vazgeçmek son derece kolaydır. Çünkü yapılacak olan sadece Allah'a gönülden iman etmek, O'ndan başka İlah olmadığına kesin olarak inanmaktır. Allah, iman eden kullarının yolunu açar onları doğru yoluna ulaştırır. Kuran'ı ve Peygamberimiz (sav)’in sünnetini vesile kılarak, yaşadıkları karanlık hayattan çıkmalarını sağlar. Allah bir ayetinde müminleri şöyle müjdelemektedir: 

Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır... (Bakara Suresi, 257)

“ALLAH HEP İYİLERDEN YANADIR”

ADNAN OKTAR:... “İnsanların doğruda, güzelde birleşmesi o kadar zor bir şey değil. Fakat ısrarla, doğruyu ve güzeli savunanların, çok iradeli, metanetli ve kararlı olmaları gerekiyor. Başka bir şey yok. Yoksa zaten Allah hep iyilerden, güzellerden, doğrulardan yanadır, olaylar da hep o yönde gelişir. Dikkat ederseniz Allah bize sürekli güç ve imkan veriyor. Tamam karşımıza çok engeller çıkıyor, çok fazla engel çıkıyor ama sürekli yollar açılıyor. “(Sayın Adnan Oktar’ın 13 Nisan 2011 tarihli röportajından)




İNSAN ALLAH'A KULLUK ETMEK İÇİN YARATILDI

  
İnsan Allah'ın yarattıkları arasında şuuru olan, doğruyu ve yanlışı ayırt etme yeteneğine sahip bir varlıktır. Bu nedenle   Allah'ın varlığının delillerini, üstün yaratma gücünü kavrayabilecek, dünya ve ahiret hayatının gerçek amacını anlayabilecek kapasitededir. Ancak sahip olduğu bu üstün özellikler beraberinde ona birtakım sorumluluklar yükler. Çünkü tüm bunları aklıyla kavrayabilen bir insan, asıl kulluk etmesi gereken gücün Allah olduğunu ve Allah'tan başka ilah olmadığını anlar. Kendisine dünya hayatında yüklenen sorumluluğun asıl olarak Allah'a iman etmek olduğunun şuuruna varır. Allah Kuran'da kullarına şöyle buyurmaktadır:

Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır. O'nun nasıl bir çocuğu olabilir? O'nun bir eşi yoktur. O, herşeyi yaratmıştır. O, herşeyi bilendir. İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka ilah yoktur. Herşeyin Yaratıcısıdır, öyleyse O'na kulluk edin. O, herşeyin üstünde bir vekildir. (Enam Suresi, 101-102)

Şu çok açık bir gerçektir ki, dünya hayatında aranılan huzur, mutluluk ve başarının temelinde insanların, kendilerine yükletilen sorumluluğu bilmeleri ve yalnızca Allah'a kulluk etmeleri yatmaktadır. Bu durum, toplumsal açıdan da geçerlidir ve toplum içinde bir dengenin oluşmasını sağlamaktadır. Ancak aksi söz konusu olduğunda; yani Allah'ın varlığını inkar edenlerin, O'nun vereceği cezadan ve ahiret gününün getireceklerinden korkmayanların sayısı arttığında, bahsettiğimiz bu denge bozulur. İnsanların Allah'a kul olduklarını unutup başka varlıklara yönelmelerinin önemli bir sonucu olarak, ahlaki dejenerasyon, insan ilişkilerindeki yozlaşma, menfaate dayalı ilişkiler, güçlünün zayıfı ezmesi, acımasızlık, zalimlik, sahtekarlık, düşmanlık gibi fiiller toplum içinde rahatlıkla hayat sahası bulurlar. Bunun sonucunda ise aile ve toplum düzeni, ülke huzuru ve dünya barışı tehlikeye girer. Kuran'da, insanların Allah'ın emirlerini terk edip kendi hevalarına uymalarının, insanlığı ciddi bir dejenerasyona götüreceği şöyle haber verilmektedir:

Eğer hak, onların heva (istek ve tutku)larına uyacak olsaydı hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve herşey) bozulmaya uğrardı. Hayır, Biz onlara kendi şan ve şeref (zikir)lerini getirmiş bulunuyoruz, fakat onlar kendi zikirlerinden yüz çeviriyorlar. (Müminun Suresi, 71)

Günümüzde insanların birçoğu, içinde yaşadıkları ve sürekli şikayet ettikleri dejenerasyonun kökenindeki nedenlerin, kendi bencil tutkularına uymaları ve Allah'a eş koşmaları olduğunu düşünmezler. Bu nedenle de çözümü çok farklı yerlerde ararlar. Yalnızca ekonomik, sosyal ve kültürel reformlar yaparak, ülkenin zenginliğini artırarak ve teknolojisini geliştirerek sorunlarını çözebileceklerini düşünürler. Oysa şirkten tamamen arınmadan ve insanlar arasında güçlü bir Allah inancını yerleştirmeden, bu yöntemler kesin çözümler getirmez. Sürekli yeni çözümler üretilmesine karşın, Allah'ın emrettiği güzel ahlaka aykırı uygulamaların sürdürülmesi nedeniyle hiçbir kesin başarı kazanılamaz.

Kimi insanların içinde yaşadıkları bu karanlık ve ürkütücü yaşam tarzından kurtulabilmelerinin, huzurlu, güvenilir ortamlar içinde yaşayabilmelerinin tek bir yolu vardır. Bu yol, toplumu oluşturan bireylerin "insanlara tapınma dini"nin pençesinden kurtulmaları, yalnızca Allah'a iman etmeleri ve Allah'ın Kuran'daki emir ve yasaklarına uymalarıdır. Bu, tüm insanlar için mutlak bir kurtuluş demektir. Çünkü insanı Allah yaratmıştır ve onun ruhunun neye ihtiyacı olduğunu da en iyi Allah bilir. Kuran'da bu gerçek şöyle haber verilmektedir:

Allah, rızasına uyanları bununla (Kuran ile) kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları Kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir. (Maide Suresi, 16)



ŞİRKE SAPAN BİR TOPLUM NE DURUMA DÜŞER?


Bir toplumda "insanlara tapınma dini"nin hakim olduğunu anlayabilmemizi sağlayacak bazı işaretler vardır. Bunlar arasında en temel olanı, Allah'ın varlığını ve her an kendileriyle birlikte olduğunu unutmalarının insanlara getirdiği gafil tavırlardır. Bu tavırları benimseyen ve Allah'ın rızasını unutup insanların kendisinden istediklerini -din ahlakına muhalif olsa dahi- gözü kapalı yerine getiren bir kişi, her türlü aşağılanmayı ve küçük düşmeyi de göze almış olur. 

Buna, gruplarına katılmayı istediği insanlar kendisi için uyumlu desinler ve aralarına alsınlar diye Kuran ahlakına hiç uymayan tavırlarda bulunan biri örnek olarak verilebilir. Yanlış olduğunu bildiği halde, yalnızca insanlar kendisini beğensinler diye her türlü çirkin davranışı yapabilen bir insan, hem dünyada bunun vicdan azabını yaşar, hem de ahirette samimiyetsizliğinin karşılığını alır. Bu kişi, insanların gözüne girdiğini zannederken, Allah onun gerçek niyetini tüm açıklığıyla bilmektedir. O, Allah'ı unutmuştur ancak Allah onu her an görmekte ve kalbinde sakladığı niyetini bilmektedir. İnsanlar bu tavrı karşısında onun hakkında olumlu düşüncelere sahip olsalar da Allah o kişinin samimiyetsiz olduğunu bilmektedir. 

Örneğin son derece kötü bir ahlaka sahip olduğuna, fakir ve ihtiyaç içindeki insanların hakkını yediğine, Allah'ın men ettiği şekilde haksız kazanç elde ettiğine şahit olmasına rağmen, sadece kendisini terfi ettirmesi için patronunun tüm bu çirkin tavırlarını görmezlikten gelen kişiyi de Allah görmektedir. Bu kişi, patronu kendisi için "çalışkan ve çok sadık" desin diye tüm gücüyle çalışırken de Allah'ın haram kıldığı bir fiile göz yumarken de Allah onun tüm düşüncelerine ve sözlerine şahittir. Allah'ın rızasını kazanmak için hiçbir çabası olmadığı halde, herhangi bir insanın rızasını kazanmak için yaptıkları, Allah Katında yazılmaktadır. 

İşte bu tür yanlış inançlara sahip insanlar, karşı tarafı etkilemek, onları razı etmek için adeta iplerini insanların kontrol ettiği bir kukla haline gelir ve kendilerinden istenilenleri -doğru, yanlış, haram, helal ayırt etmeksizin- harfi harfine yerine getirirler. Sırf dünyevi arzularını ve birtakım nefsani tutkularını tatmin edebilmek için Allah'ı unutturan, O'nun rızasını gözetmekten uzaklaştıran bu batıl sistemin bir parçası olmayı kabul ederler. İnsanlık haysiyetini kıran, insanı küçülten, basitleştiren bir yaşam tarzını benimsemeyi göze alır, başka insanların güdümünde, imanın getirdiği insani heybeti kaybetmiş bir şekilde yaşarlar. Bunun sonucunda da, birbirlerine karşı son derece samimiyetsiz, saygısız ve iki yüzlü davranışlarda bulunan, gerçek anlamda sevgiyi bilmeyen, sadece kendi çıkarları için yaşayan ürkütücü bir insan topluluğunun oluşmasına neden olurlar. Kendilerini, gerçek dostluğun yaşanmadığı, tümüyle menfaate dayalı ilişkilerin hakim olduğu bir sistemin içine kilitlerler. Kendi elleriyle kurdukları bu sistem içinde ise, İsra Suresi'nde bildirildiği gibi Allah'ın yardımından ve rahmetinden uzak bir şekilde yapayalnız ve yardımcısız kalırlar: 

Allah ile beraber başka ilahlar edinme, yoksa kınanmış ve kendi başına (yapayalnız ve yardımcısız) bırakılmış olursun. (İsra Suresi, 22)

Şirke saparak "insanlara tapınma dini"nin bir üyesi olan kişilerin bu duruma düşmelerinin kökenindeki bazı nedenleri şöyle sıralayabiliriz. 

Allah'ı unutarak insanların rızasını kazanmaya çalışmaları

Şirke sapan insanlar Allah'ın varlığını ve kainat üzerindeki mutlak hakimiyetini unutmuşlardır. Bu gaflet halinin sonucunda da kendilerinin müstakil bir güce sahip olduklarını zannederler. İstedikleri herşeyi yapabileceklerini, diledikleri hayatı planladıkları gibi yaşayabileceklerini, kimsenin kendilerine karışamayacağını, kendi hayatları üzerinde söz sahibi olabileceklerini düşünürler. Üzerlerinde hiçbir otorite kabul etmez, asi bir karaktere sahip olurlar. Allah'ın sonsuz gücünü, herşeyi kontrolü altında tuttuğunu, kendilerinin ise aciz birer kul olduklarını görmezden gelirler. Tüm kainatın, Allah'ın belirlediği bir kaderi olduğunu ve hiçbir varlığın, kendisi için belirlenmiş olan bu kaderin dışına çıkamayacağını kavrayamazlar. Sonuç olarak da dünyada yalnızca kendi istek ve tutkuları doğrultusunda bir yaşama sahip olmaya çalışırlar; Allah'ın rızasını gözardı ederler.
Oysa bu insanlar, gerçeklerden gafil bir şekilde kendilerini bu kadar sorumsuz hissederken yani Allah'ın varlığını unutmuşlarken, Allah her an onlarla birliktedir. Yaptıkları herşeyi görmekte, Allah'ı unutup insanların rızasını kazanmak için gösterdikleri çabayı bilmektedir. Mesela bir insana olan sevgisini ispatlayabilmek ve onun sevgisini kazanabilmek için kişinin gösterdiği çabaya, kendini sevdirecek davranışlarda bulunmaktaki titizliğine kısacası her yaptığına Allah şahittir. Kuran'da, Allah'a eş koşanların insanların rızasını kazanmaya yönelik çabaları şöyle haber verilmektedir:

İnsanlar içinde, Allah'tan başkasını 'eş ve ortak' tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür... (Bakara Suresi, 165)

Böyle karakterdeki bir kişi, sevdiği insan kendisi için "beni gerçekten seviyor, bana değer veriyor" desin diye gösterdiği bu yoğun şevki ve isteği Allah'a karşı göstermesi istendiğinde bu teklifi kabul etmez. Örneğin beş vakit namaz kılması istense büyük bir ihtimalle bu teklifi geri çevirir. İmkanlarının ve zamanının kısıtlı olduğu, yoğun çalışma temposu içinde namaza vakit ayıramayacağı gibi bahaneler öne sürer. Çünkü bu ibadeti yerine getirdiği takdirde sosyal çevresi içindeki hemen hiç kimse onu övmeyecek, takdir etmeyecektir. Yani onun çarpık bakış açısına göre bu ibadeti yapmanın kendisi için elle tutulur bir faydası olmayacaktır. Hatta insanların kendisi ile ilgili olarak, "namaz kılıyor, dine yöneldi, çok değişti" dememeleri için bile, bu ibadeti yapmaktan vazgeçebilecek kadar gafil olabilir. Yaptığı bu seçim sonucunda, bir avuç insanın takdirini ve yüzeysel sevgisini kazanırken, diğer yandan Allah'ın kullarına farz kıldığı önemli bir ibadeti yerine getirmeyerek O'nun sonsuz sevgisini ve rahmetini kaybettiğinin bilincinde değildir. 

İşte bu nedenle Allah Kuran'da kullarını insanların rızasına yönelip Kendi rızasını unutma tehlikesine karşı uyarmıştır. İnsanların her türlü şirkten kendilerini sıyırarak Allah'a yönelmelerini ve namaz kılmalarını bir ayette şöyle emretmiştir:

'Gönülden katıksız bağlılar' olarak, O'na yönelin ve O'ndan korkup-sakının, dosdoğru namazı kılın ve müşriklerden olmayın. (Rum Suresi, 31)

İnsanlardan, Allah'tan korktuklarından daha fazla korkmaları

Bir güce veya olaya karşı kalbinde ciddi bir korku duymak, insana birçok şeyi en iyi şekilde yapabileceği bir irade verir. Bu korkunun şiddeti, kendi iradesi ile yapamayacağını düşündüğü olaylar karşısında bile, kişiye beklenmedik bir şekilde kesin ve net kararlar aldırır. 

İnsanlar kalplerinde yaşadıkları derin korkunun şiddetiyle kendilerinden her istenilen şeyi yapabilecek hale gelirler. Örneğin yokluk çeken ve acil olarak paraya ihtiyacı olan bir insan, aldığı iş teklifi karşısında bu işe girebilmek için elinden gelen herşeyi yapar. Karşısına çıkan bu fırsatı kaçırmayı göze alamaz. İş ile ilgili olarak görüştüğü kişilere kendisini en iyi haliyle tanıtmaya özen gösterir. Hata yapmaktan korkar. Karşısındaki kişilere son derece hürmetkar davranır, onların, kişiliğine ve iş tecrübesine güvenmeleri için elinden gelen her türlü dikkati sarf eder. O iş yerinin kuralları, orada çalışan insanlarda aranılan özelliklerin ne olduğu gibi bilgileri görüşme öncesinde öğrenmeye çalışır, görüşme sırasında da bu arayışa ters düşen bir ifadede bulunmamaya özen gösterir. Bir an bile dalgın ya da uygunsuz bir tavır içine girmez. Geleceğine yönelik hiç dinmeyen korkusu ve endişeleri onu uyanık tutar. İş yeri yetkililerinin görüşme sonunda kendisiyle ilgili olumlu karar vermeleri ve kendisi hakkında görüş bildirirlerken "tam aradığımız kişi" demeleri için elinden gelen her türlü gayreti gösterir. 

Başka bir kişi de yanında çalıştığı iş sahibinin şirket içinde görmek istemediği hareketleri yaparken yakalanmaktan çok korkar. İşine geç kalmamaya, özel telefon konuşmaları yapmamaya, kısacası o işyerinde uygun görülmeyen tavırlarda bulunmamaya özen gösterir. Diğer şirket çalışanlarını da bu konulara itina etmeleri konusunda uyarır. Kendisine iş disiplini olmayan, ciddiyetsiz bir kişi denmesinden çok korkar. Çünkü bu gibi olumsuz kanaatler, dünyada maddi bir kayba uğramasına neden olacak, iyi bir hayat yaşamasını engelleyecektir. Elbette bir insanın iş disiplinine sahip olması, uygun olmayan davranışlardan sakınması gerekir. Ancak burada yanlış olan, bir kişinin bu güzel davranışları, yalnızca insanlardan korktuğu ve onlardan çekindiği için yapmasıdır ki, böyle bir yapıda zaten güzel davranışlar süreklilik gösteremez. Allah'tan korkmayan bir kişi, insanların kendisini görmeyeceğine, onlardan tepki almayacağına inandığı durumlarda, bu disipline uymayan her türlü davranışı rahatlıkla gösterebilir. İşte bu yüzden insan güzel davranışlarda bulunurken de çok önemli bir gerçeği unutmamalıdır. 

Bu gerçek, korkulması gereken tek gücün Allah olduğudur. İnsanların, karşılarında heyecanlandıkları, korkuya kapıldıkları, gözlerinde büyüttükleri kişileri ve olayları yaratan ve kontrolü altında tutan Allah'tır. Allah Katında onların ne zenginliklerinin, ne güçlerinin önemi yoktur. Tek önemli olan takvaları ve güzel ahlaklarıdır. Ayrıca insanlar sadece kaderlerinde belirlenmiş olan olaylarla karşılaşırlar. Bu örnekteki kişinin kaderinde o işe girmesi tespit edilmişse, Allah dışında hiçbir güç bu sonucu değiştiremez. Hatta  ne kadar hata, ne kadar büyük gaflar yaparsa yapsın Allah dilerse, o kişi o işe girer. Ancak eğer kaderinde başka bir şey belirlenmişse o zaman da her ne çaba gösterirse göstersin o işe giremez. Allah'ın belirlediği kaderin dışına çıkamaz. Kuran'da bütün olayların Allah'ın bilgisi ile gerçekleştiği şöyle haber verilmektedir:

Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre pek kolaydır. (Hadid Suresi, 22)

Unutulmamalıdır ki, burada örnek olarak ele aldığımız kişi, henüz o işe giremeden ölebilir. O zaman hayatı boyunca duyduğu dünyevi korkuların, insanlara verdiği müstakil gücün bir anlamı da kalmamış olur. Harcadığı tüm çabalar boşa gider. Ahiret günü, kanaatlerine büyük önem verdiği insanların hiçbiri kendisine destek veremez. Hayatı boyunca Allah'ın rızasını gözardı edip insanları razı etmeye çalışarak yaptıklarının karşılığını bin yıl değil, on bin yıl değil, milyon ya da milyar yıl değil sonsuza kadar sürecek bir cehennem azabı içinde kalarak alabilir. Hayatı boyunca yaptıklarından dolayı tevbe edip bağışlanma dilemediği takdirde Allah, o kişiyi işlediği suçlardan ve yaptığı kötülüklerden dolayı sonsuz bir cehennem hayatına mahkum olarak yaşatabilir. 

İşte tüm bu gerçekler doğrultusunda düşünüldüğünde, Allah korkusunun tüm bu korkuların çok daha üstünde olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Kuran'da "… Allah'tan korkup-sakının ve gerçekten bilin ki, siz O'na döndürülüp-toplanacaksınız." (Bakara Suresi, 203) şeklinde bildirilerek bu büyük gerçeğe dikkat çekilmektedir.

“ALLAH'IN DIŞINDA BAŞKA BİR ŞEYDEN KORMAK HARAMDIR”

ADNAN OKTAR: Ben sadece Allah’tan korkarım. Allah’ın dışında başka bir şeyden korkmak haramdır. Allah ayetinde yasaklamış onu, “sadece Ben’den korkun” diyor Allah. Zaten çok mantıksız, Allah’ın yarattığı varlıklar, Allah’ın tecellisi olarak meydana geliyor. Yani Allah’tan başka korkulacak bir şey yok, niçin insanlardan korkalım? (Sayın Adnan Oktar’ın 13 Temmuz 2009 tarihli röportajından)


BAZI İNSANLARI BU BATILDİNİ YAŞAMAYA YÖNELTEN ÇARPIK MANTIKLAR


İslam dininin hükümlerini yerine getirmek, emir ve yasaklarına uygun bir yaşam sürmek konusunda bazı insanlar isteksiz davranmaktadırlar. Ancak aynı kişiler, insanları adeta ilahlaştıran (Allah'ı tenzih ederiz) bir sistemin içinde yaşama konusunda son derece isteklidirler. İşte bu iki zıt durum, akla hemen insanlara tapınma dininin "insanları ne gibi vaatlerle aldattığı" sorusunu akla getirmektedir. Bu soru üzerinde düşünüldüğünde ise karşımıza böyle insanların Allah'ın kudretini kavrama konusunda büyük bir eksiklik içinde oldukları gerçeği çıkmaktadır. 

Allah'ın gücünün sınırsızlığını ve kainatı yaratış amacını anlamayan insanlar, yaşamlarını kendi koydukları, Kuran ahlakına uygun olmayan, cahiliye mantıklarıyla yürütmeye çalışırlar. Bu mantıklar bir taraftan insanlara tapınma dininin temellerini oluştururken diğer taraftan da insanların bu batıl dini yaşama konusunda öne sürdükleri bahaneleri meydana getirirler. Oysa Allah Kuran'da sahte gerekçeler ve mantıklar öne sürerek inkarlarını kendilerince meşru göstermek isteyenler için, "Onlar hala cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah'tan daha güzel olan kimdir?" (Maide Suresi, 50) şeklinde bildirmektedir.

Bu bölümde, insanların Allah'ın hak dinini yaşamak yerine insanları razı etmeye yönelik batıl bir dini yaşarken ne gibi sahte gerekçeler öne sürdükleri anlatılacaktır. Bu çarpık mantıklardan bazıları şöyledir:

"Hayatın Gerçekleri" Yanılgısı

Allah insanların hayatlarının her anını, Kuran'da bildirdiği hükümler, emir ve yasaklar doğrultusunda düzenlemelerini ister. Kuran, insanların doğruyu yanlıştan ayırt etmesini sağlayan, onlara güzel ve çirkin davranışların neler olduğunu bildiren, Allah'ın razı olacağı ve olmayacağı tavırların hangileri olduğunu haber veren bir kılavuzdur. Bu nedenledir ki Allah Bakara Suresi'nde insanların bu mübarek Kitaba uymalarını şöyle emretmektedir:

Bu indirdiğimiz mübarek bir Kitap'tır. Şu halde O'na uyun ve korkup-sakının. Umulur ki esirgenirsiniz. (Enam Suresi, 155)

Ancak insanların büyük bir çoğunluğu hayatlarını Kuran'da yer alan hükümlere ve ahlak anlayışına göre düzenlemezler. Hatta Kuran'ın, Allah'ın emirlerinin yer aldığı ve uymaları gereken bir kitap olduğunu bile pek düşünmezler. Din ahlakının  ve Kuran'ın tüm hayatları için ne kadar önemli olduğunu kavrayamazlar. Din ahlakının ancak kısıtlı birkaç konuda hayatlarına yön verebileceğini zannederek yanılırlar. Zorluk ve sıkıntı içinde kalmaları, büyük bir tehlikeyle karşı karşıya gelmeleri, ciddi ve acı verici bir rahatsızlık geçirmeleri, kendi güçleriyle alt edemedikleri bir korku yaşamaları ya da ölüm gibi ciddi olaylarla karşılaşmaları dışında, kendi düşük akıllarınca, Allah'a sığınmaya gerek duymazlar. Din ahlakının yaşanmasının, her insan için gerekli olduğunu kavrayamazlar. Bu nedenle de bu ahlaktaki kişiler din ahlakından hayatları boyunca olabildiğince uzak durmaya, dinle ilgili hiçbir şeyi aralarında konuşmamaya özen gösterirler. Allah'ın adını anmaktan dahi kaçınırlar. 

Oysa insanların yaşayabilmek için mutlaka Allah'ın hükümlerine, Kitabında bildirdiği güzel ahlaka ihtiyaçları vardır. İnsan için kolay ve güzel olan, bizi yaratan Rabbimizin Kitabındaki ahlakı yaşamaktır. Bu ahlak olmadan, sağlıklı bir toplum yapısının oluşması düşünülemez. Çünkü insanın fıtratını yani yaratılıştan gelen yapısını düşünmeden ortaya atılan her türlü kural, gerek insanlar gerekse toplumlar üzerinde yıkıcı etki oluşturur, toplumların dejenerasyonuna neden olur. Toplum ciddi bir sosyal karmaşanın içine sürüklenir, insan ilişkileri kötüye gider. Bunların sonucunda da dünya, savaşlardan, kargaşadan ve zulümden kurtulamaz. Bireyler de din ahlakından uzaklaşıp cahiliye sisteminin kurallarına uymaya çalıştıkça manen ve fiziksel olarak çeşitli sıkıntılara maruz kalırlar. 

Günümüzde, anlattığımız tüm bu olumsuz sonuçlar pek çok ülkede yaygın olarak yaşanmasına rağmen, samimi iman edenler dışındaki insanlar "elbette din vardır ama bir de hayatın gerçekleri vardır" yanılgısı ile cahiliye sistemini yaşatmaya devam etmektedirler. Bu sistemin temeli din ahlakının, yaşam içindeki mutlak gerekliliğini inkar etmek üzerine kuruludur. Bu çarpık mantığa göre insanların din ahlakının kurallarıyla yaşaması pratik olarak imkansızdır. Söz konusu kişiler, eğer din ahlakı günlük hayatın içine sokulursa, insanın, dünyanın her türlü nimetinden mahrum kalacağını, tekdüze bir hayat yaşayacağını zannederek yanılırlar. Din ahlakını yaşamanın, sözde insanların hayatın tadına varmasına engel olacağını zannederler. Elbette bu, gerçeklerle bağlantısız bir düşüncedir. Din ahlakı, insan ruhunun en rahat edeceği, en huzurlu ve üretken olacağı bir toplum hayatı meydana getirir. Kendilerini "hayatın gerçekleri aldatmacası"ndan kurtarıp bu üstün ahlakı yaşayan insanlar, toplumda en sağlıklı ruh haline sahip, güzelliklerden en çok hoşnut olan kişilerdir, daima barış, hoşgörü ve özveri ortamının oluşmasında öncü rol oynarlar. 

Din ahlakından uzak insanlar ise, kendi düşük akıllarınca güzel ahlak göstermeyi bir zayıflık ve saflık olarak değerlendirirler. Örneğin bir insanın, başkaları için ne kadar fedakarlık yaparsa yapsın karşılığında, bencillik ve vicdansızlıktan başka bir şey bulamayacağına, dolayısıyla fedakarlık yapmakla akılsız bir konuma düşeceğine inanırlar. Bu nedenle birçok toplumda fedakarlık yapan kişiye "iyi niyetli ama saf" gözüyle bakılır. Çünkü hiçbir çıkarı olmadığı halde bir başkasına iyilik yapmaktadır ve yaptığı için karşılık talep etmemektedir. Onlara göre bencilliğe bencillikle, kine kinle, düşmanlığa düşmanlıkla, sevgisizliğe sevgisizlikle karşılık vermek hayatın gerçek yüzünü yansıtmaktadır.

Ya da karşısındaki, kendisine sürekli olarak kötülük yapan, zarar veren bir insan olmasına karşın, ona iyi davranan, onun iyi huylu olması için uğraşan, kendisine yaptığı kötülükleri affeden bir insanın yaptığı bu iyilik, cahiliye toplumu tarafından kesin bir akılsızlık olarak yorumlanır. Bazı insanlar gösterdiği güzel ahlak nedeniyle o kişiyi, "Ne kadar safmış, ben olsaydım fırsat varken intikam alırdım, gereken karşılığı verirdim" gibi sözlerle küçümserler. Çünkü Kuran ahlakından uzak insanların sahip olduğu "hayatın gerçekleri" mantığına göre kötülüğe kötülükle karşılık vermek sözde en doğru olan davranıştır. Cahiliye ahlak içinde son derece rağbet gören bu yanlış mantık, bir düşmanın hiçbir zaman gerçek bir dost olamayacağı yanılgısını savunur. Bu nedenle de kişinin ne kadar iyilik yapsa da aradaki düşmanlığın bozulmayacağına aksine sadece iyilik yapan tarafın kaybetmiş olacağına inanılır. Toplum bu kişiyi, kendisine yapılan kötülüğü kavrayıp anlayamamış, zayıf bir insan gözüyle değerlendirecektir.

Bu çarpık mantık içinde yaşayan insanlar, kendilerince düştüklerini düşündükleri bu durumdan korunmak için, hayatın gerçekleri mantığına sıkı sıkıya sarılmaları ve insanların tepkilerini, yorumlarını, düşüncelerini çok iyi takip etmeleri gerektiğini düşünürler. Çünkü söz konusu kişi, insanların ne dediğine çok fazla önem vermekte ve kendini insanlara ne kadar beğendirirse toplumda da o kadar iyi bir yer edineceğini sanmaktadır. Toplum memnun olduktan sonra, her türlü çirkin tavrı göstermenin, dünyevi hedeflerine ulaşabilmesi için muhakkak kullanılması gereken bir yol olduğunu düşünmektedir.

Oysa Kuran'da Allah'ın, insanlardan samimi ve sadece Kendi rızasını gözeten, kimsenin ne diyeceğini düşünmeyen, güzel bir ahlak istediği bildirilir. Rabbimiz kulları arasında, burada söz edilen cahiliye mantığının tam aksi bir ahlakın hakim olmasını emretmektedir. Buna göre, bir insan ancak kendisine yapılan kötülüğe iyilikle karşılık verdiği takdirde Allah Katında iyi bir insan olabilir. Ayrıca bu tavır, düşmanlık yerine güçlü dostlukların kurulmasına  vesile olan önemli bir adımdır. Allah bu sonucu Kuran'da şu şekilde müjdelemektedir: 

İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir. (Fussilet Suresi, 34)

Yalnızca kötülüğe verilen karşılıkta değil her türlü davranışta Kuran ahlakını benimsemek yegane kurtuluş yoludur. Hayatın gerçek amacı Allah'ın razı olacağı bir kul olmak, bunun için karşılıksız iyilikte bulunmak, fedakarlık yapmak, özverili, adaletli, sabırlı, iyiliği emredip kötülükten men etmekte kararlı, kayıtsız şartsız Allah'ın rızasına yönelen bir insan olmaktır. Ancak Kuran'da bildirilen ahlakı benimsemeyen cahiliye insanları, hayatları boyunca çekişme, kavga, huzursuzluk içinde yaşar ve bunun, hayatın gerçeği olduğunu zannederler.

 Sahtekarlık yapmadan, çıkarcı, sinsi, iki yüzlü olmadan sadece güzel ahlaklı olarak rahat bir hayat yaşanabileceğine kesinlikle ihtimal vermezler. Dünyanın, kendi deyimleriyle "bir kurtlar sofrası" ya da "ancak güçlülerin hayatta kalabildiği bir arena" olduğuna inanırlar. Sonsuza kadar sürecek ahiret hayatının varlığını unutarak, sadece kısa dünya hayatına yönelik bir yaşam sürdükleri için "dünyada ne yaparsam yanıma kar kalır" yanılgısıyla din ahlakını terk ederek yaşarlar. Kurallarını insanların uydurduğu sahte bir dünyada, kısılıp kalır, adeta bir ilah gibi gördükleri insanlara (Allah'ı tenzih ederiz) tam anlamıyla bir köle gibi bağlanırlar. Bunun sonucunda da Allah'ın emirlerine uymamanın getirdiği ağır sonuçlara katlanmak zorunda kalır; dünyada aşağılayıcı bir hayat yaşar, ahirette ise bundan çok daha acı bir azapla karşılaşırlar. Onların bu durumu Kuran'da şöyle bildirilir:

O şirk koşanlar, şirk koştuklarını gördükleri zaman: "Rabbimiz, Seni bırakıp bizim taptığımız ortaklarımız bunlardır" diyecekler. (Onlar da bunlara:) "Siz gerçekten yalan söyleyenlersiniz" diye sözü (geri çevirip) fırlatacaklar. O gün (artık) Allah'a teslim olmuşlardır ve uydurdukları (yalancı ilahlar) da onlardan çekilip-uzaklaşmıştır. İnkar edip de Allah'ın yolundan alıkoyanlar; Biz, işledikleri bozgunculuğa karşılık, onlara azab üstüne azab ilave ettik. (Nahl Suresi, 86-88)

Sonra onlara denilecek: "Sizin şirk koştuklarınız nerede? Allah'ın dışında (taptıklarınız)." Dediler ki: "Bizi bırakıp-kayboluverdiler. Hayır, biz önceleri (meğer) hiçbir şeye tapar değilmişiz." İşte Allah, kafirleri böyle şaşırtıp-saptırır. İşte bu, sizin yeryüzünde haksız yere şımarıp-azmanız ve azgınca ölçüyü taşırmanız dolayısıyladır. İçinde ebedi kalıcılar olarak cehennemin kapılarından girin. Artık mütekebbirlerin konaklama yeri ne kötüdür. (Mümin Suresi, 73-76)

"Çoğunluk Yapıyor" Yanılgısı 

Pek çok insanı, din ahlakının gereklerini yerine getirmekten alıkoyan sebeplerden biri, baştan beri üzerinde durduğumuz gibi, bu kişileri içinde yaşadıkları toplumun kendileri hakkında ne diyeceğine, ne düşüneceğine bağımlı hale getiren "insanlara tapınma dini"dir. Bu batıl din, gücünü "çoğunluk yapıyor" yanılgısından alır. Çünkü bazı toplumlardaki insanların büyük bir bölümü insanlara tapınma dininin batıl yaşam şeklini benimsemiştir. Bu da genelde babadan oğula geçen, kimsenin itiraz etmeye gücünün yetmediği batıl bir gelenek haline gelmiştir. Ve bu kişilerin toplumun sayısal çoğunluğunu oluşturuyor gibi gözükmeleri diğer bazı insanları da yanlış yönlendirmekte, onları haksız çoğunluğun yaşadığı hayat şeklinin ve uydukları kuralların doğru olduğuna inandırmaktadır. Oysa Kuran'da Allah Müslümanlara şöyle emretmektedir:

Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve onların hevalarına uyma. Allah'ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtmamaları için onlardan sakın... (Maide Suresi, 49)

Ayette de bildirildiği gibi Allah insanlara haksız çoğunluğa ve onların heva yüklü kurallarına uymamalarını emretmektedir, onların arasında Kuran ile hükmetmenin tek kurtuluş yolu olduğunu bildirmektedir.

Ancak insanların büyük bir kısmı, vicdanları onaylamasa da kendilerini çoğunluğun yaşam tarzına ayak uydurmak zorunda hissederler. Bunu, toplumun bir ferdi olmanın zorunluluğu olarak görürler. Kendilerini, "Madem bu toplum içinde yaşıyoruz, toplumun koyduğu kurallara ve öngördüğü hayat şekline de uymak zorundayız" yanılgısına -sanki hak bir dinin emriymiş    gibi- uyma zorunluluğu içinde hissederler. 

Din ahlakının gerçek manasını kavramamış olan bu insanlar, dünyada -Allah'ın emirleri dışında- tüm insanların uyması gereken birtakım kurallar olduğu yanılgısına kapır, her insanın da bu kurallara uymak zorunda olduğuna kendilerini inandırırlar. Toplumun bireylerini hoşnut etmeyi kendilerince en zaruri görevlerinden biri olarak benimserler. Bu nedenle toplumun, "başkaları ne der, insanlar nasıl değerlendirir, ne düşünürler, benim için iyi desinler, akıllı, zeki desinler, zengin desinler, cömert desinler, benim hakkımda şöyle düşünmesinler, şunu demesinler, böyle konuşmasınlar" gibi kısır döngüye dönüşmüş mantıklarının içinden çıkmayı başaramazlar. 

Oysa çoğunluğun yöneldiği hayat şekli, uydukları sahte kural ve yaptırımlar insanları doğruya yöneltmez. Aksine Allah Kuran'da çoğunluğa uymanın, insanı yoldan saptıran bir tehlike olduğunu şöyle haber vermektedir:

Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak 'zan ve tahminle yalan söylerler.' (Enam Suresi, 116)

Bu nedenle çoğunluğun Kuran ahlakına muhalif bir hayat şeklini seçmiş olması, insanlara karşı alaycı, zalim tavırlarda bulunmaları, ailelerine hatta devletlerine karşı isyankar bir yapı içinde olmaları, Allah'ın haram kıldığı fiilleri hiç düşünmeden işliyor olmaları o toplumdaki diğer kişileri etkilememelidir. Bu tarz insanların nüfusun çoğunluğunu oluşturuyor olması da bireylerin yaptıkları hatalar için bir gerekçe olamaz. Örneğin bir toplumun tamamı cahilce ateşi, Güneş'i veya yıldızları kendilerine ilah edinmiş, onlara tapma sapkınlığını uyguluyor olsalar da, bu, bir başkasının da aynı sapkınlığı benimsemesine gerekçe olamaz. Ya da bir toplulukta fuhuşa, düzenbazlığa, zalimliğe, hırsızlığa ve bunlar gibi ahlaksızca davranışlara ses çıkarılmıyor olması durumlarında bir kişi, "çoğunluk bunu yapıyor" şeklindeki yanlış mantığı kullanarak aynı ahlaksızlıkları yapmak durumunda değildir. Veya bir toplumda sadece zenginler saygı görüyor, fakirler, güzel ahlakı dışında ortaya koyacak hiçbir maddi gücü olmayan insanlar eziliyorsa, bu, diğer insanların da bu yanlış zihniyeti körükleyecek bir anlayış geliştirmelerini gerektirmez. Aksine kimi insanların, vicdanları kabul etmediği halde sırf çoğunluğun kınamasından korkarak bu zalimce mantığı makul karşılamaları büyük bir vicdansızlık olur. Çünkü insanın sadece toplum tarafından kınanmaktan, dışlanmaktan ya da kötü görülmekten korkarak, vicdanıyla doğru olduğuna kanaat getirdiği bir şeyi yapmakta çekimser davranması akla ve vicdana uygun bir davranış değildir. Kuran'da Allah Müslümanların önemli bir özelliğinin de insanların kınamasından korkmamaları olduğunu şöyle haber vermektedir:

Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) Kendisi’nin onları sevdiği, onların da Kendisi’ni sevdiği mü'minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise 'güçlü ve onurlu,' Allah yolunda cehd eden (çaba harcayan) ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. (Maide Suresi, 54)

Yine başka bir surede de İbrahim Peygamberin ve onunla birlikte olan müminlerin, kendilerini kınayan insanlardan çekinmeyen kararlı bir tavır içinde olmaları örnek olarak verilmektedir. Hz. İbrahim (as) ve yanındakiler büyük bir çoğunluğunun putlara taptıkları bir toplumda yaşamışlardır. Ancak tüm kınamalara, tehditlere karşın insanlardan değil sadece Allah'tan korkmaları nedeniyle bu toplumun sapkın eğilimlerine büyük tepki göstermişlerdir. Kuran'da bu durum şu şekilde haber verilmektedir:

İbrahim ve onunla birlikte olanlarda size güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: "Biz, sizlerden ve Allah'ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkar ettik. Sizinle aramızda, siz Allah'a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir." (Mümtehine Suresi, 4)

Hz. İbrahim (as)'ın bu kararlılığı karşısında müşrik kavmi onu cezalandırmaya karar vermiştir. Ama buna rağmen Hz. İbrahim (as) Allah'a bağlılıkta kararlılık göstermiştir. Allah bu güzel tavrına karşı onu kavminin eziyetinden kurtarmıştır:

Dedi ki: “Yontmakta olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?” “Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır.” Dediler ki: “Onun için (yüksekçe) bir bina inşa edin de onu çılgınca yanan ateşin içine atın.” Böylelikle ona bir tuzak hazırlamak istediler. Oysa biz, onları alçaltılmışlar kıldık. (İbrahim) Dedi ki: “Şüphesiz ben,  Rabbime gidiciyim; O, beni hidayete erdirecektir.” (Saffat Suresi, 95-99)

Ancak insanların birçoğu bu örnekte gördüğümüz kararlılığı gösterememektedir. Kalpleri Allah'tan uzak olduğu için, vicdanlarını da kullanmamaktadırlar. Vicdanlarının önüne "çoğunluk yapıyor, çoğunluk yapıyorsa doğrusu budur" gibi cahiliye mantıklarıyla set çekmekte ve Allah'tan gafil, insanların hoşnutluğunu önemseyen, onların kınamalarından çekinen bir hayat sürmektedirler. Gerçekten de "insanlar ne der", "arkadaşlarım bir daha konuşmaz, beni dışlarlar", "herkes yapıyor ben de yapayım" gibi düşünceler, kişiyi, Allah'tan başka varlıklara tapan, (Allah'ı tenzih ederiz) Kuran ahlakından tamamen uzaklaşıp dünyaya yönelen bir insan haline getirebilir. Bunun sonucu olarak da kimileri zalimlikten hoşlanan, şefkat, merhamet, sevgi, saygı bilmeyen, kimileri sadece paraya, makama önem veren, insanlıktan, güzel ahlaktan anlamayan bir zihniyet taşımakta mahsur görmez. 

Sınıfındaki  çoğunluk zalim, alaycı, kötü ahlaklı ise bunun dışında davranmanın dışlanma sebebi olacağını bilerek o da onlar gibi davranır. Patronu bir kişi hakkında olumlu düşünüyorsa, söz konusu kişi son derece ahlaksız bir yapıya sahip olsa da onun hakkında olumlu düşünür. Veya müdürü bir kişi hakkında olumsuz bir kanaate sahipse, o kişinin gerçekte nasıl bir yapıda olduğunu araştırmaya bile gerek görmeden o kişi hakkında olumsuz fikir beyan edebilir. Bu insanlar Allah'ın ve din ahlakının kendilerine tamamen unutturulmuş olmasının doğal bir sonucu olarak çoğunluk böyle yapıyor mantığı altında yaşamaya devam ederler. Müstakil bir şahsiyet gösteremezler. Herkes böyle yaşıyor, böyle yapıyor, böyle düşünüyor gibi hatalı mantıklar içinde, yukarıda saydığımız gruplara benzer bir sosyal çevrenin mensubu haline gelirler. Kafalarını nereye çevirseler kendileri gibi çoğunluğa uyan, insanların hoşnutluğunu ana hedef edinmiş kişilerle karşılaştıkları için de yaşadıkları bu ruh halininin garipliğini teşhis edemezler. 

Unutulmamalıdır ki insanlar yukarıdaki örneklerde kısaca değindiğimiz gibi Allah'ın razı olacağı dışında bir hayat tarzını benimsemişlerse, çoğunluğa uyma mantığının kendilerine getireceği bir kazanç yoktur. Nitekim aklen çökmüş ve ahlaken dejenere olmuş bireylerden oluşan bir toplum dünyada ciddi bir karmaşanın içine sürüklenir. Çıkar kavgasına dayalı çekişmeler, düşmanlıklar, öfke, nefret, kıskançlık gibi kaçınılması gereken duygu ve düşünceler insanlar arasında büyük bir hızla yayılır. Ve dünya yaşanması güç, huzursuzluğun ve karmaşanın hakim olduğu bir yer haline gelir. Bu, Allah'ın Kendisi’ne eş koşanlara dünyada verdiği karşılıktır. Ahirette bu kişileri daha feci bir son beklemektedir. Kuran'da bu son şöyle haber verilir:

Bunlar, yeryüzünde (Allah'ı) aciz bırakacak değildir ve bunların Allah'tan başka velileri yoktur. Azab onlar için kat kat artırılır. Bunlar (hakkı) işitmeye güç yetirmezlerdi ve görmezlerdi de. İşte bunlar, kendilerini hüsrana uğratanlardır ve yalan olarak uydurdukları (düzme tanrılar da) onlardan uzaklaşıp-kaybolmuşlardır. Hiç şüphesiz bunlar, ahirette en çok hüsrana uğrayanlardır. (Hud Suresi, 20-22)

"Gerçekleri Kimse Değil, Bir Tek Sen mi Fark Ediyorsun" Mantığı

Toplumun bir kısmını Allah'a inanmaktan uzaklaştıran ve insanları ilah haline getiren (Allah'ı tenzih ederiz) bu batıl sistemin bahane olarak öne sürdüğü bir diğer yanılgı da gerçekleri görmezlikten gelmek veya tamamen reddetmektir. Cahiliye toplumlarının çoğunluğa uyma mantıkları, beraberinde iman edenlerin söylediklerini dinlememeyi de getirir. Müslümanlar, kendilerini Allah'ın emirlerine uymaya ve sadece Allah'a iman etmeye davet ettikleri sırada, bu insanlar atalarının getirdiği batıl kurallara ve sapkın inanca iman edeceklerini ifade eden davranışlarda bulunmaya başlarlar. Toplumun kendilerine öğrettiği batıl kurallardan ve yaşayış şeklinden taviz vermeyeceklerini belli ederler. Kuran'da Allah bu yanlış zihniyeti şöyle tarif eder: 

Ne zaman onlara: "Allah'ın indirdiklerine uyun" denilse, onlar: "Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız" derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler? (Bakara Suresi, 170)

Cahiliye dini içinde, atalarından öğrendikleri ile hayatlarını sürdürmeye kararlı insanlar, kendi aralarında rağbet gören, hayatlarının içine sinmiş bu batıl dinin hükümlerine müdahele etmek isteyenlere kesin olarak karşı koyarlar. Kendilerine doğruları getiren iman sahibi kişilerin, hoşnutluklarını kazanmaya çalıştıkları insanlarla aralarını bozmalarını ve bu batıl dinin kurallarını zedelemelerini istemezler. Samimi, inanç sahibi kişilerin sabırla açıkladıkları gerçekleri; "Bunları bir tek sen mi anladın, bunca insan yanılıyor mu, bu zamana kadar bunu kimse fark edemedi şimdi sen mi fark ediyorsun..." gibi cahiliye tepkileriyle etkisiz hale getirmek için gayret sarf ederler. Çünkü onların batıl inançlarına göre, "doğruları bir tek sen mi fark ettin" şeklinde karşı çıkmak karşı tarafı sindirir, kişinin kendine olan güvenini sarsar. 

(Ama bu yöntem, ancak onların batıl inanç sistemlerinde geçerli olabilir; çünkü gerçek Müslümanlar böyle basit karşı çıkmalardan hiçbir şekilde etkilenmezler.) Böylece kendilerince doğrular gizli kalmış olur. Aksi takdirde "insanlar benim için ne düşünüyorlar, ne yapsam da onları razı etsem, kendimi nasıl beğendirsem, aralarına nasıl girsem,..." gibi bir düşünceye kapıldıklarında, gerçekleri bilen bu kişiler onlara Allah'ı ve hiç kimsenin Allah'ın kendileri için belirlediği kaderin dışında bir şey yapmaya güçleri olmadığını hatırlatacaktır. Bu müdahele onların batıl dinlerinin yıkılması, kurallarının etkisiz hale gelmesi demektir. 

Ama "insanlara tapınma dini"nin mensupları ne kadar çaba harcarlarsa harcasınlar, Allah doğruların gizli kalmasına izin vermez, batılı, mutlaka hak karşısında bozguna uğratır, etkisiz hale getirir. Hakkı savunan insanlar ne kadar azınlık gibi gözükseler de Allah onları fikren üstün kılar. Üzerlerindeki her türlü baskıya karşı onlara dirayet ve kararlılık verir. 

Kuran'da peygamberlerin, yaşadıkları toplumları sapkın ve ölçüsüz yaşantılarından alıkoymak için yaptıkları uyarılardan bahsedilir. Bu insanlar peygamberlerini yalnız bırakarak onların güçlerini ve şevklerini kırma eylemi içine girmişler ve onları dışlamışlardır. Ama elbette ki bu tarz karşı çıkmalardan salih Müslümanlar hiçbir dönemde olumsuz yönde etkilenmemiştir. Örneğin Salih Peygamber batıl dinlerini terk etmeleri için tebliğ yaptığı kavminden şöyle bir tepki almıştır: 

Dediler ki: "Ey Salih, bundan önce sen içimizde kendisinden (iyilikler ve yararlılıklar) umulan biriydin. Atalarımızın taptığı şeylere tapmaktan sen bizi engelleyecek misin? Doğrusu biz, senin bizi davet ettiğin şeyden kuşku verici bir tereddüt içindeyiz." (Hud Suresi, 62)

Hz. Salih (as)'ın kavmine verdiği kararlı cevabı ise Kuran’da şöyle bildirilmektedir: 

Dedi ki: "Ey kavmim, görüşünüz nedir söyler misiniz? Eğer ben Rabbimden apaçık bir belge üzerindeysem ve bana tarafından bir rahmet vermişse, bu durumda O'na isyan edecek olursam Allah'a karşı bana kim yardım edecektir? Şu halde kaybımı arttırmaktan başka bana (hiçbir yarar) sağlamayacaksınız." (Hud Suresi, 63)

Unutulmamalıdır ki çok açık gerçekler kimi zaman insanlar tarafından görülemeyebilir. Bu insanlar, içinde yaşadıkları toplumun kurallarına göre yaşamaya şartlandıkları ve bunları uzun süredir büyük bir istikrarla uyguladıkları için, -Hz. Salih (as)'ın kavmi gibi- süregelen batıl düzenlerini bozmayı göze alamayabilirler. Bu nedenle de yaşadıkları çirkin ahlakın kendilerine çok büyük  zararlar verdiğini görmelerine rağmen, hak olanı tercih etmektense batıl olanın içinde yaşamlarını sürdürmeyi tercih ederler. Dünyada rahat ve huzur içinde yaşanabilecek bir model olabileceğine ihtimal vermediklerinden, kötünün iyisi mantığı ile cahiliye dininin dışına çıkmayı göze alamazlar. 

Oysa insanların gerçek mutluluk ve kurtuluş içinde yaşamaları için, çok kolay bir yol vardır. Bu yola girebilmek için henüz vakit varken, kendilerini uyaran, yaşadıkları sistemin çarpıklığını delilleriyle ispatlayan müminlere kulak vermeleri gerekmektedir. O güne kadar doğrunun hiç kimse tarafından ortaya çıkarılamamış olabileceğine ihtimal verip, vicdanlarının sesini dinlemeleri; dikkatlerini, hiçbir şey yaratma ya da yok etme gücü olmayan insanlardan çekerek, sadece Allah'a yöneltmeleri gerekmektedir. Bu, insanın akıl ve anlayışının açılmasını, hayatın gerçek amacını kavrayabilmesini ve bunun sonucunda da insanlar yerine Allah'ın rızasını gözetmesini sağlayacaktır. 

Allah Kuran'da sadece Kendisi'nden korkup sakınanların ve Kendisi’ne itaat edenlerin kurtuluş ve mutluluk bulacağını şöyle müjdelemektedir.

Kim Allah'a ve Resûlü'ne itaat ederse ve Allah'tan korkup O'ndan sakınırsa, işte 'kurtuluşa ve mutluluğa' erenler bunlardır. (Nur Suresi, 52)

“ALLAH KORKUSU İMAN GÜZELLİĞİNİ DE BERABERİNDE GETİRİR”

ADNAN OKTAR: Allah’tan korkmak demek, deli aşığın korkusu yani Allah’ı gücendirmekten çekinmek, Allah’ın rızasından mahrum kalmaktan korkmak. Aşık sevdiğini gücendirmekten çekinir, onun sevgisinin yok olmasından çekinir, budur Allah korkusu.  
Allah’tan korkarsa insan Allah’ın emirlerine çok titiz oluyor, O’nu çok seviyor, saygılı oluyor. Mesela egoist olmuyor, bencil olmuyor, şefkatli oluyor, koruyucu oluyor, nefsine düşkün olmuyor. 
Kendi çıkarlarının peşinde olmaz, hep affedici olur, Allah’tan korkup affedici oluyor. Mesela af, sevgiyi devam ettiren bir güçtür. Merhamet, sevgiyi devam ettiren bir güçtür. Koruyup kollarsın, yemesine içmesine dikkat edersin, sağlığına, sporuna dikkat edersin sevdiğinin, Allah rızası için. 
Bu, işte güçlü Allah aşkının bir tecellisi olur. Yoksa Allah’tan korkmazsa şahıs egoist, bencil olur, sırf kendini düşünür, affetmez, çıkarları çatıştığında sert davranabilir. Mesela kuşkucudur, fedakar değildir, cömert olmaz, gerektiğinde Allah için canını ortaya koyamaz. Birçok olumsuz negatif fiil üzerine yığılmış olur. Ama Allah korkusunda her türlü güzellik üzerine gelir, yani sevgiyi sağlayan, güzelliği sağlayan her türlü güzellik Allah korkusuyla olur. (Adnan Oktar’ın 2 Mart 2009 Ekin TV röportajından) 


İNSANLARA TAPINMA DİNİNİN, "DESİNLER" VE "DEMESİNLER" KURALLARI


İnsanlara tapınma dininin temel kuralları, "desinler" ve "demesinler" mantıkları üzerine kuruludur. Bu kuralların kökeninde de, insanların rızasını gözetme, karşı tarafın kendisinden istediği gibi bir hayat ve kişilik yaşamaya zorunlu hissetme yanılgısı vardır. Diğer bir deyişle bu yanlış mantığı hayatına geçiren bir insan artık kendi hür vicdanını ve aklını kullanamaz. Çünkü insanların övgüsü, ilgisi, sevgisi, yakınlık ve dostluğu için sürekli olarak kalıp değiştirmek zorunda kalır. "İnsanlar benim için şöyle desin", "kimse benim hakkımda şöyle düşünmesin" gibi düşünceler aklını kullanmasını engeller ve çevresindeki her insanı tek tek razı etmeye çalışmak gibi başarılması imkansız bir çaba içine girmesine neden olur. Kendi vicdanına başvurduğunda çok doğru olduğunu gördüğü, hatta doğruluğundan en ufak bir şüphe duymadığı konularda dahi, doğru olan yerine toplumun talebine göre yaşamak zorunda kalır. Oysa Kuran'da Allah'ın hoşnutluğu üzerine kurulmayan bir yaşamın, sahibini cehenneme sürükleyeceği şöyle bildirilmektedir: 

Binasının temelini, Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasının temelini göçecek bir yarın kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi? Allah, zulmeden bir topluluğa hidayet vermez." (Tevbe Suresi, 109)

Ayette bildirilen apaçık gerçeğe rağmen bugün din ahlakından uzak toplumlarda Allah'ın rızasını kazanmanın önemi neredeyse tümüyle unutulmuştur. İnsanların büyük kısmı kendilerini Allah yerine insanlara karşı sorumlu ve bağımlı hale getirmişlerdir. Bunun kökeninde yatan sebeplerden biri ise, insanların sonu gelmeyen övünme ve gösteriş arzusudur. 

Bazı İnsanların Övünme ve Gösteriş Yapma Tutkusu

İnsanın nefsi övgü almak ve diğer insanlara gösteriş yapmak ister. Allah'ın yarattığı bir kul olduğunun ve O'nun verdikleri ile hayatta kaldığının bilincinde olmayan insanlar, başkalarından gelecek övgü dolu yorumları, elindekilerle karşılarındakilere gösteriş yapıp nefsani bir üstünlük elde etmeyi fazlasıyla önemserler. Cahilce, bunlara kendi güçleriyle sahip olduklarını ve diledikleri kadar ellerinde tutabileceklerine inanırlar. (Allah’ı tenzih ederiz) Kuran'da bu hatalı ruh hali ile ilgili olarak bağ sahibi bir kimse örnek verilmektedir:

(İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer)leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: "Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm. Kendi nefsinin zalimi olarak (böylece) bağına girdi (ve): "Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum" dedi. Kıyamet-saati'nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım." (Kehf Suresi, 34-36)

Ayetlerde de bildirildiği gibi bu kişi elindeki bağın gerçek sahibinin kendisi olduğunu düşünerek kendince gösteriş yapmaktadır. Bu toprakların sonsuza kadar kendi elinde kalacağını zannetmektedir. Oysa bu durumun hükmünü verecek olan Allah'tır. Allah o bağın ve o kişinin kaderinde ne belirlemişse o olacaktır. Allah'tan başka hiçbir varlığın, olacak olanları değiştirmesi mümkün değildir. Fakat imansız bağ sahibi kişi bu gerçekten gafil olduğundan, cahiliye telkinleriyle düşünmekte ve elindekilerle övünmektedir. Kader gerçeğini hiç düşünmeden gerek bağıyla gerekse kendi geleceği ile ilgili ileriye dönük tahminlerde bulunmaktadır. Bunları yaparken de amacı muhtemelen insanları zenginliğiyle cezbetmek ve onların övgülerini toplamak olabilir. Tüm bunları, Allah'ın rızasını kazanmaktan daha üstün tutması dolayısıyla, Allah bu kişinin bağını büyük bir afetle yerle bir etmiş, kendisine övüneceği, gösteriş yapacağı bir mülk bırakmamıştır. Bağ sahibi başına gelen olaylar sonucunda içinde bulunduğu gaflet uykusundan uyanmış ve suçunun Allah'tan başka ilahlar edinmek olduğunu anlamıştır. Kuran'da bu durum şöyle anlatılmaktadır.

(Derken) Onun ürünleri (afetlerle) kuşatılıverdi. Artık o, uğrunda harcadıklarına karşı avuçlarını (esefle) oğuşturuyordu. O (bağın) çardakları yıkılmış durumdaydı, kendisi de şöyle diyordu: "Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım." (Kehf Suresi, 42)

Kuran'da bildirilen bu örnekten de anlaşıldığı gibi övgü ve gösterişe dayalı bir hayat, iman etmemiş bir insan için nefsani bir tutkudur. Bu insanlar dünyanın varoluş amacının, insanların birbirleri arasında övünmeleri, gösteriş yapmaları, malca zenginleşmeleri gibi değerler olduğunu zannettiklerinden bunları elde ettiklerinde karda olduklarını zannederler. Allah başka ayetlerinde bu çarpık mantığı taşıyan insanları şöyle haber vermektedir:

(Mal, mülk ve servette) Çoklukla övünmek, sizi 'tutkuyla oyalayıp, kendinizden geçirdi.' "Öyle ki (bu,) mezarı ziyaretinize (kabre gidişinize, ölümünüze) kadar sürdü." (Tekasür Suresi, 1-2)

Oysa gerçekler çoğunluk olmayı bir meziyet olarak gören bu insanların zannettikleri gibi değildir. Allah dünyayı insanların birbirlerine karşı nefsani konularda üstünlük kazanmaları için değil, Kendisi’ne kullukta hangisinin iyi işler yapacağını denemek için yaratmıştır. Mülk Suresi'nde şöyle buyrulur:

O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı... (Mülk Suresi, 2)

Bu nedenle asıl zevk alınacak, mutlu olunup neşelenilecek olaylar, Allah'ın beğenisini kazanmak amacıyla yapılan işlerdir. Çünkü insan esas olarak imanın getirdiği neşeyle tatmin olabilir. Diğeri çok kısa süren ve ahirette insanı zarara sokacak geçici bir tatmin hissidir. 

Fakat bazı insanlar, hak din ahlakını yaşamak yerine, Allah'tan başka varlıkları ilahlaştıran (Allah'ı tenzih ederiz) insanlara tapınma dini içinde yaşamayı tercih ederler. Bu nedenle yaptıkları tüm işler bu yanlış temeller üzerine oturtulur. İnsanlar artık hayatın her anında başka kişilere gösteriş yapmak, kendilerine verilenlerle onlara karşı nispet yapmak gibi davranışlarda bulunurlar. Oysa gösteriş yapmak maddi ve manevi olarak insanı büyük bir külfet altına sokar. Bedenini ve zihnini yorar. Bunun yanında insanı fıtratından saptırarak, sert, katı, hırslı, kinli, samimiyetsiz ve sahtekar bir ruh haline yöneltir. Hatta bu durum öyle bir hale gelir ki, insan samimiyetle, ihlasla yerine getirmesi gereken ibadetlerini bile, başkaları onun hakkında itikatli, inançlı Müslüman desinler diye yapmaya başlayabilir. Kuran'da Allah, bu batıl dini yaşayan insanların namazlarını başka insanlara gösteriş olsun diye kıldıklarını şöyle haber vermiştir:

İşte (şu) namaz kılanların vay haline, ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar, onlar gösteriş yapmaktadırlar, (Maun Suresi, 4-6)

Bu insanlar aynı 5 vakit namaz gibi, Kuran'da bildirilen ve "ihtiyaç içinde olanlara kendi ihtiyaçlarından arta kalanı verme"  yani infak ibadetini de gösteriş, övünme gibi Allah'ın rızası dışındaki amaçlar için kullanırlar. Kuran'da malını gösteriş için infak edenlerin durumu şöyle tasvir edilir:

Ey iman edenler, Allah'a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infak eden gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin durumu, üzerinde toprak bulunan bir kayanın durumuna benzer; üzerine sağnak bir yağmur düştü mü, onu çırılçıplak bırakıverir. Onlar kazandıklarından hiçbir şeye güç yetiremez (elde edemez)ler. Allah, kafirler topluluğuna hidayet vermez." (Bakara Suresi, 264)

Ayetlerde belirtildiği gibi, insanın Allah inancına diğer insanların rızasını katması, o kişinin ihlasını zedeler. Kişiyi Allah'a karşı samimiyetsiz bir insan yapar. İnsanların kendisi için ne diyeceğine önem vererek, inancını gösteriş, övünme gibi nefsani duygularla kirletmesi onun kalbini katılaştırır. Dünyadaki çıkarları, menfaatleri için yaşayan bir insan haline gelmesine neden olur. Kişiyi Allah korkusunu yitirmiş, O'nun vereceği azaptan gafil bir insana dönüştürür. Bunun ardından da Allah rızası için göstermesi gereken birçok güzel ahlak özelliğini, bir ticaret konusu gibi, kendisine dünyevi çıkarlar sağlaması ve birtakım fırsatları önünü çıkarması için kullanmaya başlar. İnsanlara tapınma dininde her insan bu kurallara ayarlı bir hayat sürer. İlerleyen satırlarda bu bozuk mantıklar günlük hayattan örnekleriyle anlatılacaktır.


"DESİNLER" KURALININ YANLIŞLIĞI


Cahiliye toplumunda insanlar kendilerini sürekli olarak, "insanların diyecekleri, dedikleri, demeleri gerekenler" mantıklarına bağımlı olarak yaşamak zorunda hissederler. Bunun sonucunda Allah'ı düşünmekten, güzel ahlaka yönelik eylemlerde bulunmaktan uzaklaşırlar. Düşünceleri, din ahlakından ve dinin getireceği huzurdan uzaktır. Büyük bir karmaşa ve çekişmenin bulunduğu doğruların yanlışların birbirine karıştığı bir ortamın içine düşerler. 
Bu çarpık mantığa göre hakimiyet ve kural koyma yetkisi sadece insanların elindedir. Allah'ın emir ve yasakları insanların hayatından tek tek çıkarılmıştır. Bu nedenle hak din ahlakının gereklerini hayatına sokan, Allah'ın rızasından başka hiçbir gücün kanaatine önem vermeyen bir kişi, hemen dikkat çeker ve cahiliye insanlarının olumsuz tavırları ile karşılık görür. Ancak elbette ihlas sahibi bir insan bu olumsuz tavırlara hiç önem vermez, çünkü tek amacı dünyada Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaktır.

Ancak insanlara tapınma dininin "insanlar ne der, ne konuşur, ne düşünür" gibi kıstasları, iman olarak zayıf olan bazı insanları da etkisi altına alabilir. Bu ise, Kuran ahlakını tam yaşayamamalarına, anlayış ve tavır olarak gerçek Müslümanlardan çok, bu batıl dinin mensuplarına benzemelerine neden olur. Bu kişiler "hayatın gerçekleri" aldatmacasının yoğun etkisi altında, yaşamları boyunca dinin tam içine girmeden sapkın bir anlayış içinde yaşarlar. Kuran'da imana karşı kalplerinde hastalık bulunan bu insanların durumu şöyle açıklanmaktadır:

Arada bocalayıp dururlar. Ne onlarla, ne bunlarla. Allah kimi saptırırsa, artık sen ona yol bulamazsın. (Nisa Suresi, 143)

Bulaşıcı bir hastalık gibi insanları etkisi altına alan bu batıl din, zayıf bir irade ve kişiliğe sahip bu insanları, Allah'ı anmaktan, O'nun rızasını gözetmekten uzaklaşmış insan kitleleri haline getirir. Ancak içinde bulundukları bu hatalı anlayış, çoğunluğun etkisiyle kendilerine o kadar makul görünür ki, bunun içinden çıkmak için bir çaba harcama ihtiyacı dahi hissetmezler. 

Bu nedenle gerek kendi mensuplarını gerekse de imanı zayıf olan bazı kişileri etkisi altına alan bu batıl dinin temel mantıklarını örneklerle anlatmakta yarar vardır. Böylece insanlar içinde bulundukları çarpık ruh halini teşhis edebilecek ve samimi olanlar bu batıl dinden Allah'ın izniyle kurtulabileceklerdir. İlerleyen sayfalarda, insanlara tapınma dini içindeki "desinler" mantığının ortaya çıkardığı yanlış kalıplardan bazılarını örneklendireceğiz.

"İyi Huylu" Desinler Mantığı

Kuran'da güzel ahlaklı olmanın önemi birçok ayette vurgulanır. Peygamberlerin güzel ve yumuşak huylu olduklarından, kötülüğe iyilikle karşılık veren, sabırlı, dirayetli, Allah korkuları yüksek insanlar olduklarından bahsedilir. Örneğin Hz. İbrahim, samimi olarak Allah'a yönelmiş, güzel ahlakıyla öne çıkmış bir peygamber olarak şöyle tanıtılır: 

Doğrusu İbrahim, yumuşak huylu, duygulu ve gönülden (Allah'a) yönelen biriydi. (Hud Suresi, 75)

Tüm peygamberlerin ve salih müminlerin ahlaklarının temelini, Allah'a olan derin teslimiyetleri oluşturmaktadır. Müminler, sadece Allah'a kulluk eden, O'nun rızası dışında başka hiçbir varlığın rızasına değer vermeyen insanlardır. Asıl önemli olan tüm kainatın Yaratıcısı olan Allah'ın beğendiği ahlak güzelliğine sahip olmaktır. Bu nedenle güzel huylu olmalarının temelinde de Allah'ın beğenisini kazanma amacı yatar. Oysa cahiliye insanı için sistem bunun tam tersi yönde işler. İnsanlara tapınma dini içinde yaşayan bir kişi, kurallarını ezbere bildiği bu batıl dinin gereklerini yerine getirerek, kendi deyimleri ile "insanların nabzına göre şerbet vererek" yaşamanın doğru olduğunu zanneder. İyi huylu bir karakter gösterse bile, bunun temelinde, etkilemek istediği insanların hoşnutluğu, elde etmek istediği maddi değerler gibi yine kendi özel çıkarları vardır. 

Bu amaçlarına ulaşmak ve istediği çıkarları elde etmek için de elinden gelen en yüksek gayreti gösterir. Neredeyse hiç hatasız denecek şekilde güzel huylu olur. Örneğin bulunduğu ortam gerektiriyorsa, fakirlere yardım eder, merhamet gösterileri yapar, dürüstlüğün insanoğlu için ne kadar önemli bir fazilet olduğunu etrafına anlatır. Mütevazi bir kişilik sergiler. Kötülüğün insanlığa nasıl büyük zararlar getirdiğini vurgulayan konuşmalar yapar. Son derece neşeli, sevgi dolu ve sabırlı görünür. İnsanlar da bu görüntü karşısında ona güvenirler, sevip kendisini dost edinirler. Ne kadar iyi huylu bir insan olduğunu etraflarındaki diğer insanlara anlatırlar. Ne tür yardımlar yaptığından, fakir bir çocuk gördüğünde ne kadar merhametli davrandığından yoldaki yaşlıya nasıl saygı gösterdiğine kadar yaptıklarını tek tek örneklendirirler. Yolda bulduğu cüzdanı karakola teslim ettiğini, ayağı ağrımasına rağmen otobüsteki yerini hamile bir kadına verdiğini, geç saate kadar işte kalıp çalışmış olmasına rağmen ertesi gün tam saatinde işine geldiğini ve yorgunluğunu hiç belli etmediğini dilden dile aktarırlar. O kişi de sırf insanlar kendisi için "güzel huylu, çalışkan, merhametli, dürüst" desinler diye bunları büyük bir özveri ile yapar. 

Başka bir kişi bayram günlerinde yaşlılar yurduna giderek oradaki insanlara küçük hediyeler verir. Kimsesiz çocuklar için yaptırılan bir yuvaya çeşitli eşyalar hediye eder. Sonra bu yaptıklarına başka insanların şahit olması için yakın çevresinde   uygun bir şekilde bu yaptıklarını anlatır. Adeta kendi reklamını yapar. Ya da bir hastanenin belli bir bölümünün yenilenmesi için büyük bir bağış yapar. 

Elbette buraya kadar verdiğimiz örnekler gerçekten güzel fiillerdir. Ama unutulmamalıdır ki tüm bunlar ancak Allah'ın hoşnutluğu için yapıldığı takdirde bir anlam ifade edebilir. Eğer insanlardan övgü almak, takdir toplamak amacıyla yapılır, "iyi, cömert, vicdanlı" desinler gibi bir niyet taşınırsa, bu durumda kısa bir dünyevi çıkar dışında kişiye sağlayacağı kazanç da olmaz. Çünkü şartlar zorlaşıp, kişi bu huylarından dolayı zarar görmeye ya da karşılık görmediğini anlamaya başladığında bu iyiliklerini hemen terk edebilir. Ama Allah rızası için yapılanlar kalıcı ve süreklidir, hiçbir şarta ve ortama bağlı olmadan sürdürülür.

Üstelik insanın hatasından dönüp niyetini düzeltmesi son derece kolaydır. İnsanlara tapınma dinine uymanın, kendisine zarardan başka bir şey getirmeyeceğini anlayan insanın tek yapması gereken tevbe edip, Allah'ın hoşnutluğuna niyet etmesidir. Bu, bir anlık bir karardır ve o andan sonra kişi niyetini bozmadıkça yaptığı güzellikler de boşa gitmez ve kendisi için bir ecir olarak Allah Katında yazılır. Önemli olan insanın Allah'tan korkması ve O'nun isteklerini yerine getirmeye niyet etmesidir. 

İnsanın Allah'ın kudretini tanıma ve O'ndan gereği gibi korkma konusunda kararlı olması da çok önemlidir. Çünkü Allah korkusu olmayan bir insanın ne yapacağı, ne gibi kararlar vereceği belli değildir. Bu kişi, iyilik yaparken çıkarları gerektirirse bir anda kötü huylu bir insana dönüşebilir. Bu davranışından dolayı Allah'tan kötü bir karşılık alabileceğini aklına getirmez. Bir hafta bambaşka bir karakter sergilerken ikinci hafta o karakterinden eser kalmayabilir. İnsanlara tapınma dininin kuralları gereği kötülüğe kötülükle, adaletsizliğe adaletsizlikle karşılık vermeye başlayabilir. İnandığı batıl dinin acımasız kanunlarını kendisi de uygulamaya başlar. Çünkü daha önce de söylediğimiz gibi bu batıl dinde sözde ilah kabul edilen ve rızası gözetilen, sadece insanlar olduğundan (Allah'ı tenzih ederiz)vicdan mekanizması da insanlara ayarlı şekilde işler. Bu nedenle de Allah'ın insanlardan nasıl bir ahlak istediğinin hiçbir önemi olmaz. Oysa Müslümanlar karşılarında kötülük yapan, adaletsizlikle hükmeden insanlara, acımasız, zalim, vicdansız kişilere de güzel ahlakla karşılık verirler. Hiçbir şartta Allah'ın razı olacağı umulan güzel davranışları terk etmezler. 
Dolayısıyla iman edenlerin güzel ahlaklarında hiçbir zaman aksi yönde bir farklılaşma ya da gerileme olmaz, daima itidalli ve insaniyetlidirler. Çünkü onların hayat amacı, Allah'ın sevdiği kullardan olma temeli üzerine kuruludur. Allah Kuran'da bu ahlakı insanlara şöyle açıklamaktadır: 

Ve onlar-Rablerinin yüzünü (hoşnutluğunu) isteyerek sabrederler, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infak ederler ve kötülüğü iyilikle savarlar. İşte onlar, bu yurdun (dünyanın güzel) sonucu (ahiret mutluluğu) onlar içindir. (Rad Suresi, 22)

"Zengin, Cömert, Para Harcamayı Sever" Desinler Mantığı

İnsanlara tapınma dini içinde insanların zenginliklerine çok fazla önem verilir. Bu batıl dine göre zenginlik güç demektir. Bu gücü elinde bulunduran da toplumda son derece kayda değer bir takım imtiyazlara sahip olmalıdır. Nitekim en zengin kişi en çok rağbet gören, en çok dostu olan, en özenilecek kişi olarak tanımlanır. Böyle bir kimse zenginliğin, sözde tüm kapıları kendisine sonuna kadar açacağını zanneder. Bu nedenle toplum içindeki kimi insanlar bu yönlerini ön plana çıkarmak için yoğun gayret sarf ederler. İnsanların kendileri hakkında, ne kadar zengin ve para harcamayı seviyor diye düşünmeleri için birçok girişimde bulunurlar. Zenginliklerini ortaya koyacak harcamalardan asla kaçınmazlar. İnsanların bu konudaki kanaatlerini iyice sağlamlaştırmak için zenginliklerini vurgulayacak giyim, araba, ev gibi her türlü harcamada cömert ve hatta kimi zaman müsrif davranırlar. Evlerinin dekorasyonunu, zenginlerin özellikle de sosyete olarak nitelendirdikleri kimselerin değer vereceği ölçülerde yapmaya özen gösterirler. 

Bu kişiler o yıl dekorasyonda yeşili tercih ediyorlarsa hiç beğenmeseler bile onlar da yeşili kullanır, kırmızı modaysa kırmızıyı tercih ederler. Hiçbir yönleriyle onlardan eksik kalmak istemezler. Bunu adeta bir gurur meselesi haline getirirler. "Desinler, düşünsünler" mantığının etkisi altında, tüm hayatlarını, zenginliklerini vurgulayacak eylemler yaparak geçirirler. Yaz tatillerini o senenin en moda tatil kampında, kış tatilini en moda kayak merkezinde geçirirler. Çocuklarını yurt dışında okutur, kıyafetlerini belirli ülkelerden getirtirler. İçinde bulundukları çevreler "onların da var" desinler diye en pahalı yatı alır, kendileri binmeseler de bir limanda demirleyip insanlara sergilerler. En çok nisbet yapmayı istedikleri insanları bu yatlarla gezdirirler. En pahalı içecekleri, en pahalı yiyecekleri ikram ederek hiçbir konuda onlardan geride kalmadıklarını iyice vurgularlar. 

Elbette insanın imkanı varsa ve zevk alıyorsa yukarıda saydığımız fiilleri yapmasının bir sakıncası yoktur; aksine eğer bunları gerçekten istediği için yapıyorsa bunlar birer nimet ve güzelliktir. Ama burada söz konusu olan bazı insanların taşıdıkları çarpık mantıktır. Bu gibi insanların elde etmeyi istedikleri tek bir amaç vardır: O da kendileri için "zengin, cömert, para harcamayı sever" denmesi. Bunu duymak, o kişilerde nefsani tatmin sağlar, morallerini yükseltir, motivasyonlarını artırır. Tersinde ise allak bullak olurlar; tüm moralleri bozulur, karamsarlığa kapılır, hiçbir şeyden zevk alamazlar. Oysa aynı kişilerden, bu gayreti din ahlakının insanlara anlatılması, Allah'a iman edenlerin sayısının artması için göstermeleri istense büyük bir olasılıkla bu teklifi hemen geri çevirirler. Çünkü cahilce bir mantıkla hareket ettikleri için, Allah'ın rızasını kazanmak, insanların rızasını kazanmak kadar kendilerine cazip gelmez. Bunda dünyevi çıkar sağlayacakları, içinde yaşadıkları toplumu etkileyecekleri, onların övgüsünü kazanacakları bir yön bulamazlar. 

Oysa insan ahiret günü tüm sahip olduklarını arkasında bırakacak ve Rabbimizin huzuruna tek başına çıkacaktır. Rızalarına son derece önem verdiği, adeta ilah olarak gördüğü, gözlerine girmek için elinden gelen tüm gayreti sarf ettiği insanları ise arkasında bırakacaktır. Bu insanların hiçbiri, ona ufak da olsa bir yardımda bulunamayacak, kendisini Allah'a karşı koruyamayacaklardır. Allah bu batıl dinin mensubu olan insanlara ahirette karşılaşacakları durumu şöyle haber vermektedir:

Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi (bugün de) 'teker teker, yapayalnız ve yalın (bir tarzda)' Bize geldiniz ve size lutfettiklerimizi arkanızda bıraktınız. İçinizden, gerçekten ortaklar olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda görmüyoruz. Andolsun, aranızdaki (bağlar) parçalanıp-koparılmıştır ve haklarında zanlar besledikleriniz sizlerden uzaklaşmıştır. (Enam Suresi, 94)

"Onun Arkadaşı" Desinler Mantığı

Bu batıl din içinde yaşayan insanlar genellikle güzel, yakışıklı, zengin ya da ünlü olduğu için bir kişiyi arkadaş edinirler. Onlar için bu kişinin ahlakının hiçbir önemi yoktur. Örneğin çok güzel bir kızın arkadaşı olarak bilinmek için o kişinin tüm kaprislerine boyun eğer. Etrafında sükse yapmak, kendisi için, o kızın en yakın arkadaşı dedirtmek için çaba sarf eder. Onunla birlikte görülmek için uğraşır. 

Aynı durum, zengin biriyle arkadaşlık yapan bu zihniyetteki kişi için de geçerlidir. Onunla konuşuyor ya da aynı masada oturuyor olmak, birlikte gülmek, o kişinin kendisine adıyla hitap edecek kadar yakın olması, kendisine espri yapması, telefon açması, evine gelmesi ya da o kişinin arabasına binerken insanlar tarafından görülmesi gururunu okşar. İnsanların onun hakkında "o zengin kişinin arkadaşı, ne kadar güzel, ne kadar şanslı" dediklerini düşündükçe bunun dünyadaki en önemli başarılardan biri olduğunu zanneder. Kendini o kişiyle arkadaş olduğu için çok önemli bir insan gibi hisseder. Bu nedenle de onun tüm kaprislerine, kimi zaman zalimliğine ve bencilliğine sırf insanlar "onun arkadaşı" diye bilsinler diye katlanmayı göze alır. Oysa insanın, dostluklarını Allah rızası temeli üzerine kurması gerekir. Çünkü insan aradığı güç ve onuru ancak Allah'a kulluk ederek kazanabilir. Kuran'da insanların aradığı tüm güç ve onurun Kendisi’ne ait olduğunu Allah şöyle bildirmektedir:

Onlar, mü'minleri bırakıp kafirleri dostlar (veliler) edinirler. 'Kuvvet ve onuru (izzeti)' onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz, 'bütün kuvvet ve onur,' Allah'ındır. (Nisa Suresi, 139)

Yukarıda bahsettiğimiz amaçlar gözetilerek kurulan dünyevi dostluklardan ise kişi ancak, zarara uğramış ve küçük düşmüş olarak çıkabilir. İnsanların dikkatini çekmek, arkasından gıpta ile konuşmalarını sağlamak için kurduğu bu dostluklar hiçbir beklentisine gerçek anlamda cevap veremez. Karşısındaki insan Kuran ahlakını yaşamadığı sürece ondan gerçek bir dostluk, yakınlık, vefa, sadakat göremez. Dünyada birtakım çıkarlar elde etmiş gibi görünse de, Kuran ahlakından uzak bir arkadaş, insanın ahirette büyük bir kayba uğramasına neden olur. Allah bu gerçeği Kuran'da şöyle bildirir:

Gerçekten bunlar, onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidayette olduklarını sanırlar. Sonunda Bize geldiği zaman, der ki: "Keşke benimle senin aranda iki doğu (doğu ile batı) uzaklığı olsaydı. Meğer ne kötü yakın-dost(muşsun sen)." (Zuhruf Suresi, 37-38)

"Her Zaman En Doğrusunu O Bilir" Desinler Mantığı

İnsan aciz bir varlıktır ve Allah'ın kendisi için belirlediği kaderin dışına çıkması imkansızdır. Çünkü kainattaki herşey Allah'ın belirlediği kader doğrultusunda varlığını sürdürmektedir. Allah Kuran'da Kamer Suresi'nde "Hiç şüphesiz, Biz herşeyi kader ile yarattık" (Kamer Suresi, 49) ayetiyle bu gerçeği bildirmektedir.

İnsan, Allah nasıl belirlemişse o şekilde yaşayabilir. Örneğin nerede ne hata yapacağı veya nerede başarılı olup nerede başarısız olacağı önceden bellidir ve zamanı geldiğinde bunları an an yaşar. Her ne önlem alırsa alsın bu kaderin dışına çıkamaz. Eğer 500 kere aynı hatayı yapacağını Allah kaderinde belirlemişse, her ne yaparsa yapsın bu sayının ne bir altına ne de bir üstüne çıkmayı başarır. Tam 500 kere aynı hatayı tekrarlar. Böyle bir durum söz konusu iken, insanın hala hayatı boyunca herşeyin en doğrusunu yaptığını, en doğrusunu bildiğini iddia etmesi akılcı bir düşünce olmaz. 

Ancak Allah inancı olmayan ve tüm kainatın tesadüfler sonucu var olduğu yanılgısına kapılmış bir insan bu apaçık gerçeği kabullenemez. Bunun bir sonucu olarak da insanları etkilemenin kendi elinde olduğunu düşünür. Bu çarpık inanç onu insanlara kendini ispatlamak için büyük bir çaba harcamaya iter. Öyle zekice davranmalıdır ki, herkes herşeyin en doğrusunu onun bildiğini düşünmelidir. 

Örneğin bir kişi ekonomi konusunda iddialıysa, "o ekonomi ile ilgili herşeyi bilir" denebilmesi için, bu konuda kendisine sorulan her soruya doğru cevap vermesi gerekmektedir. Bunun için de gece gündüz demeden çalışması, okuması, gündemi takip etmesi zaruridir. Ya da tarih konusunda iddialı bir kişi ise, dünya siyasi tarihinde yeri olan önemli bir olayın tam tarihini, kimler arasında yaşandığını detaylarıyla bilmek zorundadır. Bunun için de yine senelerce çalışması gerekmektedir. Sadece bunlar da değil, eğer spor konusunda iddialı bir insansa her gün saatlerce antreman yapması, her yarışmayı kazanması, bunun için gerekirse sosyal hayatını, arkadaşlarını, ailesini ikinci plana atması gerekmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki tüm bunlar dünyaya yönelik çabalardır. Elbette bu çabayı göstermek, dünyada başarılı olmak da güzeldir. Ama bu başarıyı elde etmek için Allah'ın rızası unutuluyorsa, bunun o insana getireceği sonuç zarardır. İnsan bu dünyada belirli bir başarıya ulaşsa bile, ahirette Allah'ın razı olacağı şekilde yaşamadığı için -Allah'ın dilemesi dışında- ahirette sonsuza kadar kaybedecektir. 

Üstelik insan Allah'ın huzurunda çok aciz bir konumdadır. Hayatı boyunca herhangi bir alanda çok başarılı olan bir insan, günün birinde ummadığı bir olayla karşılaşarak bu başarısını kaybedebilir. Örneğin dünya siyaseti konusunda çok bilgili, her an kendisine danışılan bir insan, günün birinde geçirdiği bir rahatsızlık sonucu hiçbir şey hatırlamayan, aciz bir insan konumuna gelebilir. Ayrıca insan unutmamalıdır ki, Allah'ın sonsuz bilgisi karşısında kendi bilgisi bir hiçtir. Çünkü insanın sahip olduğu tüm bilgiyi kendisine öğreten de Allah'tır. Unutulmamalıdır ki " … her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır." (Yusuf Suresi, 76) En üstün ve mutlak bilgi sahibi olan ise, yüce Rabbimizdir. Bu yüzden herşeyin en iyisini bilme, istediği alanda çok başarılı olma iddiasında olan bir insan bu konuda gösterdiği çabanın yanında Allah'ın razı olacağı, güzel ahlaklı bir kul olabilmek için çalışmalıdır. Gerçek kurtuluş ancak bu şekilde mümkün olabilir.

"Her Ortama Uyar" Desinler Mantığı

Kitabın başından beri üzerinde durduğumuz gibi, cahiliye toplumunda yaşayan birçok  insan kendini, içinde yaşadığı sosyal çevrenin kurallarına ve yaşam tarzına uymak zorunda hisseder. O çevre kendisinden ne yapmasını istiyorsa, karşılarında nasıl bir insan modeli görmek istiyorsa bunu yapmak için çaba harcar. Çoğu zaman Kuran ahlakına ters düşen veya kendisine zarar verecek şeyleri yapmaktan çekinmez. İnsanlara tapınma dininin adeta bir ibadeti hükmünde olan "her ortama uyar" desinler mantığına ters düşmek istemez. 
Örneğin efendi karakterli bir genç, grup arkadaşları dejenere ve saygısız ise, kendisi böyle olmadığı halde onların hayatına uyum sağlamaya çalışır. Grubundan dışlanmamak, onların tabiri ile "geri kafalı", "anne kuzusu" gibi ithamlarla karşılaşmamak için karakterinden tavizler vermeye başlar. Ya da arkadaşları sigara içiyor diye, sağlığına zarar vereceğini bile bile o da sigara içmeye başlar. Hatta kimi zaman bir kişi Allah'a iman ettiği halde, içinde yaşadığı çevre dindar olmadığı için onlara kendini çok farklı tanıtır. Bu çevreden dışlanmamak için ibadetlerini yapmamaya başlar. Oysa bunların tümü insanların rızasını kazanmak, onları hoş tutmak için yapılmaktadır. Bunu yapan kişilerin dünyada ve ahirette uğrayacakları zararı mutlaka düşünmeleri, Allah'a hesap verecekleri günden korkup sakınmaları gerekmektedir.

Sosyal çevreye uyum sağlama bahanesi ile, doğruları terk etmek, ahlaksızlıklara göz yummak toplumsal açıdan da büyük bir tehlikedir. Özellikle gençler arasındaki ahlaki dejenerasyonun temelinde bu bozuk mantık yatmaktadır. Bu çevrelerde uyuşturucu kullanan, alkol tedavisi gören ya da fuhuş yaparak hayatını kazanan insanlara bu durumlarının nedeni sorulduğunda öne sürdükleri en önemli mazeretlerden biri, çevrelerine ayak uydurmak için böyle bir yola yönelmek zorunda kaldıklarıdır.

Oysa Allah Katında, insanların başka insanlara karşı böyle bir sorumlulukları yoktur. Allah insanları sadece Kendi rızasını gözetmeleri ve Kuran ahlakının hükümlerine uymaları konusunda sorumlu tutmaktadır. Bunun dışındaki amaçlarla yapılan her türlü hareket insanları sadece kötü yola sevk eder, yaratılışına aykırı eylemler içine girmesine neden olur. Tüm hayatı büyük bir vicdan azabı içinde, sıkıntı çekerek tükenir. Kuran'da Allah kötü arkadaşlar edinenlerin bu durumunu şöyle açıklamaktadır: 

Allah'tan başka, kendisine ne zararı dokunan, ne yararı olan şeylere yakarır. İşte bu, en uzak bir sapıklıktır. (Ya da) Zararı, yararından daha yakın olana tapar; ne kötü yardımcı ve ne kötü yoldaştır. (Hac Suresi, 12-13)

Buraya kadar insanlara tapınma dininin "desinler" kuralının bazı temel başlıklarını ele aldık. Ancak söz konusu batıl dinin içeriği elbette bunlarla sınırlı değildir. Bu batıl dinin içinde yaşayan insanın neredeyse attığı her adım insanların kendisi için iyi şeyler düşünmeleri, kendisinden razı olmaları temeli üzerine kuruludur. Kişilerin kafası tamamen bu mantıkla kuşatılmış olduğundan, yaşamının her anı bu çaba ile sürer. Ancak aynı toplumda yaşasalar da samimi iman sahipleri bu cahiliye dininin mensuplarından farklıdırlar. Onlar aynı işleri yapıyor görünseler de, niyet olarak insanlara değil Allah'a yönelmişlerdir. Onlar, insanların hiçbir gücü olmadığını, tüm gücün Allah'ın olduğunu kavramışlardır. Onlar da insanları memnun edecek davranışlarda bulunabilirler; ancak bunu yaparken de Allah'ın rızasını kazanmayı amaçlamışlardır. Allah'ın emrettiği gibi insanlara karşı güzel ahlak gösterirler; bu da hem Allah'ın rızasını kazandırır hem de insanların hoşnut olmasını sağlar.