11 Ekim 2015 Pazar

"DEMESİNLER" KURALININ YANLIŞLIĞI


"Desinler" mantığında olduğu gibi "demesinler" mantığında da ortaya konan ölçü, insanların düşüncelerini olumlu yönde etkileyebilmektir. Burada da kimi insanların Yaratıcımızın hoşnutluğunu, dünyada bulunuş amaçlarını unutup, yaratılmışların rızasını ana hedef edinmiş olmaları söz konusudur.

Bu zihniyetteki bir insan, çevresindekiler "bir arabası bile yok, kendine ait bir evi bile yok" demesinler diye çok fazla çalışır. Yaşadığı toplumda makbul görülen mal-mülk neler ise onları elde etmek için adeta tüm hayatını bu işe adar. 

Eğer söz konusu kişi bir iş yeri sahibiyse, bu sefer de çevresine karşı otoriter görünmeye çalışır. Diğer insanlar, "emri altındakilere bile söz geçiremiyor" demesinler diye iş yerindeki çalışanlara karşı sert bir kişilik gösterir. Bir başkası ise arkadaşları kendisi için "hiç titiz değil, üstelik beceriksiz" demesinler diye başka zamanlarda temizliğine dikkat etmediği evini, onlar her geldiğinde çok detaylı temizler. Çeşit çeşit yemekler yapar. Ama arkadaşlarının görmeyeceği ortamlarda bunlara hiç dikkat etmez. Veya bir insan çevresindekiler kendisine "cahil, hiç kültürü yok" demesinler, aralarına alsınlar diye kütüphanesini okumadığı ve okumaya niyetli olmadığı kitaplarla doldurur. Ya da yaz tatiline gittiğinde sırf insanlar onun için "onu hiç kitap okurken görmedik" demesinler diye eline kitap alır, okur gibi yapar. 

İnsanlara tapınma dininin mensubu olan bir kişi, kendini, içinde yaşadığı sosyal çevrenin kurallarına uymak zorunda hissettiğinden onların ilgilendikleri konularla da ilgileniyormuş gibi yapar. Örneğin sosyetik bir çevrenin içinde ise pek hoşlanmadığı halde verilmiş bir ev ödevi gibi resim sergilerine gider, müzayedelere katılır, araba yarışlarını seyreder, piyano çalmayı öğrenir. Sadece bu insanlar onu kendi aralarına alsınlar, dışlamasınlar ve kendisi ile ilgili olarak, "çevremize uymuyor, aykırı ve uyumsuz bir insan, sonradan görme, onu sevmiyoruz" demesinler diye kendini gerçekte hoşlanmadığı faaliyetlerde bulunmaya zorlar. (Elbette bunları zevk alarak yapıyorsa bunda yanlış bir yön yoktur; burada kastedilen kişinin samimiyetsizce, yapmacık bir tavırla hoşnut olmadığı halde zevk alıyor görünmesi ve kendini hoşlanmasa da bunları yapmaya mecbur hissetmesidir.) 

Bu sayılanlar cahiliye toplumlarında yaşanan örneklerden sadece birkaçıdır. Kuran ahlakını yaşamayan her toplumda, her çevrede, her şehirde, her okulda bu örneklerin farklı çeşitlerine rastlamak mümkündür. Bu mecburiyet hissi sonucunda insan kendini birbirleriyle uyumları olmayan, birbirleriyle geçinemeyen sayısız insanın ve kuralın içinde bulur. Kendisini bir çıkış yolu olmayan, kabusa benzer bir hayatın içinde yaşamaya mahkum eder. Üstelik uyması gereken kurallar kendi içinde de son derece çelişkilidir. İnsanların fikir ve istekleri genellikle bir diğerininkiyle aynı olmaz. Çünkü ortada, bu insanların fikirlerini ortak bir noktada birleştirecek, tüm insanların fıtratlarına cevap verecek akılcı bir kural yoktur. Bu nedenle de insanlara tapınma dinine uymak için çaba gösteren bir insan hiçbir zaman istediğini elde edemez, ve çevresindeki herkesin hoşnutluğunu aynı anda kazanamaz. Birini memnun edecek bir şeyi yaptığında, bu, diğerinin hoşnutsuzluğuna neden olabilir. Kısacası bu batıl dinin insan hayatına getirdiği sistem tam bir kısır döngüdür.

Oysa Allah rızasına uyan insanlar bu tür karmaşık durumlarla muhatap olmazlar. Amaçları yalnızca Allah'ı razı etmek olduğu için böyle zorluklar altına girmezler. Allah insanlardan kendi fıtratlarına tam anlamıyla uygun bir hayat yaşamalarını ister. Rabbimiz birbirleriyle uyum içinde yaşayacakları, dünyada da ahirette de huzur bulacakları hayata yönlendirecek bir rehber olarak Kuran'ı göndermiştir. Kuran ahlakını yaşayanlar, yalnızca Allah'a yönelmenin sınırsız özgürlüğüne sahip olurlar. Hayatlarında karmaşaya, kararsızlığa, çelişkiye yer yoktur. Her zaman vicdanları ile doğruyu anlar ve en güzel davranışlarda bulunmaya gayret ederler. Bundan dolayı da manen tatmin bulmuş, huzurlu, mutlu ve daima olumlu bir ruh haline sahip olurlar. Kuran'da bu iki insan grubunun durumu şöyle bir örnekle karşılaştırılmaktadır:

Allah (ortak koşanlar için) bir örnek verdi: Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sahipleri de çok ortaklı olan (köle) bir adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur mu? Hamd, Allah'ındır. Hayır onların çoğu bilmiyorlar. (Zümer Suresi, 29)

Allah'ın ayette bildirdiği gibi insanlar içinde Allah'ın rızasını gözetenlerle, birbirleriyle hiçbir uyumları ve ortak noktaları olmayan insanların getirdiği kurallara uyanların yaşayışları bir olmaz. Yalnızca Allah'a iman eden insanlar emirlerini sadece Allah'tan aldıkları ve O'nun kitabına uydukları için aralarında bir anlaşmazlık ya da tartışma konusu olmaz. Bu nedenle de "desinler", "demesinler", "düşünsünler", "düşünmesinler" gibi cahiliye saplantılarına kapılmazlar. Derin düşünür ve asıl olanın dünya ve buradaki insanların hoşnutluğu değil, ahiret hayatı ve Rabbimizin hoşnutluğu olduğuna iman ederler. Allah  başka bir ayette de insanlara, Kendisi’nden başka Rabler edinmenin büyük bir hata olacağını şöyle hatırlatmıştır:

De ki: "Siz, Allah'ın dışında taptığınız ortaklarınızı gördünüz mü? Bana haber verin; yerden neyi yaratmışlardır? Ya da onların göklerde bir ortaklığı mı var? Yoksa Biz onlara bir kitap vermişiz de onlar bundan (dolayı) apaçık bir belge üzerinde midirler? Hayır, zulmedenler, birbirlerine aldatmadan başkasını vadetmiyorlar. (Fatır Suresi, 40)
Ancak cahiliye hayatı içinde yaşayan insanlarda -daha önceki sayfalarda detaylı olarak açıkladığımız gibi- bu inanç yerleşmemiştir. Bu durum onları bir yandan "desinler" ve "demesinler" kuralları içinde yaşamaya mahkum ederken bir taraftan da bazı yanlış tavırların içine iter. Bu tavırları şöyle sıralayabiliriz:

Yalan Söylemeyi Hayatın Gerçeği Olarak Görenlerin Düştükleri Durum

Kendisini insanlara göre ayarlayan bir kişi yaptığı hataları gizlemek için yalan söylemek zorunda kalacaktır. Çünkü insanlara tapınma dininde kişi kendini olabildiğince hatasız ve kusursuz göstermek durumundadır. Fakat insan olmasının gereği olarak, sık sık hata yaptığı ve toplum kıstaslarına göre kusurlu yönleri olduğu için bu yönlerini ancak yalanlarıyla örtebileceğini düşünür. Sonuçta kendini olduğundan farklı göstermek için sürekli olarak yalan söyleyerek insanları kandırmaya başlar. 

Örneğin yeni bir okula giren bir genç, orada istediği arkadaş çevresine kabul edilmek için kendisini çok zengin, iyi bir aileden gelen, çok fazla imkana sahip biri olarak tanıtır. Her konuşmasında bu yönünü vurgulayacak açıklamalar yapar, tatillerini yurtdışında geçirdiğine, en pahalı mekanlarda bulunduğuna dair yalanlar söyler. Oysa tüm bunları sadece okul arkadaşlarını etkilemek için uydurmuştur. Gerçekler ortaya çıktığında bu kişinin orta gelirli bir ailenin oğlu olduğu, hiç yurtdışına gitmediği öğrenilir. Ancak, insanlara tapınma dininin gerekleri bu kişiyi böyle bir yalan söylemeye itmiştir. Kendisi için, "iyi imkanlara sahip, iyi bir aileye mensup" densin diye tüm bunları ortaya atmıştır. İnsanları kandırmış ve kendine, toplumun beklediği ölçülere uygun sahte bir kimlik vermiştir. Bu sırada, her uydurduğu yalandan Allah'ın an an haberdar olduğunu ve bunların her biri için zamanı geldiğinde Rabbimize hesap verebileceğini düşünmemiştir. Bu tip örneklere toplum içinde çok sık rastlanmaktadır. Günümüzde birçok insan kendisini olduğundan başka göstermek, büyütmek, vasıflandırmak amacıyla yalana başvurmaktadır. 

Oysa salih Müslümanlar Allah'ın her yapılanı gördüğünü, insanın yalan söylediği anları bildiğini akıllarından çıkarmazlar. Gerçekleri, diğer insanlardan gizleyebilseler bile Allah'tan gizlemenin mümkün olmadığını çok iyi kavrarlar. Allah Kuran'da bu gerçeği "… Yerde ve gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz." (İbrahim Suresi, 38) ayetiyle açıklamıştır.

Ancak insanlara tapınma dini, çoğunluğun kalbini Allah'tan uzaklaştırarak, onları yalan söylemeye mecbur eder. Bu yaşam şeklini "hayatın bir gerçeği" olarak tanıtır ve ahlaksızlığı adeta doğal bir insani vasıfmış gibi mensuplarına yaşatır. Allah'ın, insanların içlerinde saklı tutup açıklamadıkları şeyleri bildiğini, görmezlikten gelmelerine neden olur. Onları yalana dayalı, samimiyetsiz konuşmalar yapmaya, içlerindeki gerçek hisleri gizleyen samimiyetsiz bakışlar kullanmaya ya da içlerinden hiç gelmediği halde yalana dayalı bir sevgi gösterisi yapmaya zorlar. Tüm bunların sonucunda da dostluklar, arkadaşlıklar ve kurulan tüm diğer insani ilişkilerde yoğun bir samimiyetsizlik hakim olur. Cahiliye dinini yaşayan büyük bir insan kitlesi, Allah'a iman etmenin sağladığı gerçek sevgiyi, yakın dostluğu ve samimiyeti hiç tanımadan hayatını geçirir ve sonunda ölürler. Hiçbir çıkara dayanmayan karşılıksız sevgiyi ve cennet hayatına niyet ederek oluşturulan gerçek dostluğu hayatının tek bir anında bile yaşayamazlar.

Gösteriş İçin Yaşamak 

Cahiliye sisteminde, maddi değerlere, güce, paraya, mülke değer verildiğini gören insanlar, önceki bölümde de örnek verdiğimiz gibi, kendilerini çevrelerine olduklarından çok daha güçlü ve zengin göstermek zorunda hissederler. Bunun sonucunda toplumda, herşeyi ile abartılı yaşayan bir insan modeli ortaya çıkar. Örneğin insanların rızasını kazanmanın peşinde olan bir kişi, kendisi için "herşeyin en iyisine sahip" densin mantığı ile hareket ettiği için normal bir yaşam süremez. Aldığı kıyafetler, evinin dekorasyonu, yaşam tarzı hep gösteriş amaçlı olur. İnsanların arasına katıldığında kendisine özensinler, onun yerinde olmayı istesinler diye olabildiğince abartılı zengin bir görüntü sunmaya itina eder. Konuşmalarında özendirici, karşısındakine gösteriş yapan bir politika izler. İnsanların, gördükleri zenginlik karşısında arkasından konuşmalarını, sahip olduğu nimetlerin dilden dile dolaşmasını amaçlar. Bunun için sürekli sahip olduğu mülklerin çokluğunu ve değerini vurgulayacak konuşmalar yapar; kıyafetlerini en iyi markalardan seçtiğini belli edecek yollar arar; sürekli gözde mekanlarda gezdiğini hissettirecek ortamlar oluşturur.
İnsanlara tapınma dininin mensupları gösteriş yapma tutkusu ile dünya hayatlarını gaflet içinde geçirirler. Kuran'da Allah gösteriş hırsının insanları tutkuyla oyalayıp, gerçekleri göremez bir sarhoşluk içine düşürdüğünü şöyle haber vermektedir:

(Mal, mülk ve servette) Çoklukla övünmek, sizi 'tutkuyla oyalayıp, kendinizden geçirdi.' (Tekasür Suresi, 1)

Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir 'çoğalma-tutkusu'dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azab; Allah'tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir. (Hadid Suresi, 20) 

Bu gösteriş tutkunu insanların gerçek yaşamları ise, insanlara kanıtlamaya çalıştıklarından çok farklıdır. Bu insanın gerçek hayatına baktığınızda bütün gününü abartıyla döşenmiş evinin en sade ve küçük odasında geçirdiğini, sahip olduğu abartılı kıyafetlerin yerine son derece sade, rahat ve düz kıyafetleri tercih ettiğini görürsünüz. Çünkü onun gösteriş arzusu kendisine karşı değil diğer insanlara yöneliktir. Bu nedenle de insanların kendisini görmediği yerlerde abartılı ve şatafatlı bir hayatı  yoktur. Sadece diğer insanlarla beraberken kendini gereksiz bir sıkıntıya sokmakta, gereksiz bir kendini ispat hırsına kapılarak adeta kendi kendine zulmetmektedir. 

Oysa önemli olan insanın, çevrenin övgüsünü kazanmak için değil Kuran ahlakına ve kendi fıtratına uygun olarak yaşamasıdır. Çünkü fıtrata aykırı bir hayat yaşamak insanı yıpratır ve çabuk yaşlandırır. Kuran ahlakının güzelliğinden uzaklaşmak kişiyi, riyakarca, sırf başka insanları etkilemek için geliştirilen suni tavırlarla yapmacık konuşan, yapmacık davranan, gerçek sevgi ve saygıyı yaşayamayan, samimiyetsiz biri haline getirir. Bu karaktere sahip bir kişi ise hayatı boyunca rahat edemez, huzurlu ve mutlu olamaz. Bu da, Allah'ı unutup O'nun kullarına kulluk etmeye çalışan bir insana Rabbimizin dünyada verdiği manevi bir azap olur. Ahiretteki azaplarının ise zillet ve pişmanlık olduğu ayetlerde şöyle bildirilir:

Kötülükler kazanmış olanlar ise; her bir kötülüğün karşılığı, kendi misliyledir. Bunları bir zillet sarıp kaplar. Onları Allah'tan (kurtaracak) hiçbir koruyucu yok. Onların yüzleri, sanki bir karanlık gecenin parçalarına bürünmüş gibidir. İşte bunlar ateşin halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır. O gün, onların tümünü bir arada toplayacağız, sonra şirk katanlara: 

"Yerinizden ayrılmayınız; siz de, şirk koştuklarınız da" diyeceğiz. Artık onların arasını açmışızdır. Şirk koştukları derler ki: "Siz bize ibadet ediyor değildiniz. Bizim ile sizin aranızda şahid olarak Allah yeter. Gerçekten biz, sizin ibadetinizden habersizdik." İşte orada, her nefis önceden yaptıklarıyla imtihana çekilmiş olacak ve onlar asıl-gerçek mevlaları olan Allah'a döndürülecekler. Yalan yere uydurdukları da, kendilerinden kaybolup uzaklaşacaklar. (Yunus Suresi, 27-30)

Samimiyetsizlik Sıkıntıların Kaynağıdır

Önceki bölümlerde de belirttiğimiz gibi insanlara hoş görünme isteğinin cahiliye insanında ortaya çıkardığı bir diğer tavır bozukluğu da samimiyetsizliktir. Ama bu samimiyetsizlik sadece genel bir özellik olarak değil, kişinin hayatının her anına yayılan bir tavır bozukluğu şeklinde ortaya çıkar. Samimi olamamak yani inandıkları ile ortaya koyduğu tavırların birbirini tutmaması bu insanları şiddetli yapmacıklık, doğal konuşamama, doğal mimiklerin, doğal ses ve bakışın ortaya çıkamaması gibi sorunlarla yüzyüze bırakır. 

Böyle bir kişi gülerken ruhu bir şeyden zevk aldığı için değil, sadece karşı taraf kendisinden bunu beklediği için güler. Dikkatli görünmenin kendisine olumlu puan toplatacağını düşündüğü ortamlarda, yüzüyle ve konuşmalarıyla dikkatli olduğunu vurgulamaya çalışır. Konuşmaları, aklından geçen gerçek duyguları yansıtmaz. Diğer kişilerle arasına doğal düşüncelerinin anlaşılmasını engelleyecek bir perde çeker. Bu perde onun bir tiyatro oyuncusu gibi rol yapmasını sağlar. Tüm hayatı bu perdenin önünde rol yaparak, ortamına ve kişisine göre kalıp değiştirerek, karşı tarafın beklentilerini karşılamakla geçer. İnsanların her birini Allah'tan bağımsız, müstakil varlıklar olarak gördüğü için hepsinin rızasını kazanmak, hepsinin beklentilerine toplumun kendisine öğrettiği şekilde ezbere cevaplar vermek için çaba harcar. Ancak bu hal cahiliye toplumunda çok yaygın olduğu için insanlar nasıl bir bela içinde yaşadıklarının farkına pek varmazlar. İçlerindeki sıkıntı ve huzursuzluğun kaynağının bu yapmacık karakter olduğunu da düşünmezler. 

Tüm bu suniliği ve samimiyetsiz hali sadece Kuran ahlakını yaşayan, insanların rızasını aramayan, sadece Allah'a teslim olmuş bir insan teşhis edebilir ve bu tavrın verdiği sıkıcı havanın nedenini çözebilir. İnsanlara tapınma dinine iman edip aynı batıl kuralları benimsemiş olan diğer birçok insan ise tüm bunları "hayatın gerçekleri", "hayatın insana yüklediği sorumluluklar" gibi ifadelerle kabullenir. Allah, iman eden kullarını samimiyetsizliğin meydana getirdiği bu sıkıntıdan uzak tutar. Onlara, insan fıtratına uygun yaşamanın getirdiği özgürlüğün nimetlerini tattırır. Müminler her nerede ve her kimin karşısında olurlarsa olsunlar, zor veya kolay hangi şartlarla muhatap olurlarsa olsunlar Allah'ın her an yanlarında olduğunu bilirler. Bir mekanda üç kişi iseler burada dördüncü olarak Allah'ın olduğunu bilirler. Kuran'da bu gerçek şöyle haber verilmektedir: 

Allah'ın göklerde ve yerde olanların tümünü gerçekten bilmekte olduğunu görmüyor musun? (Kendi aralarında gizli toplantılar düzenleyip) Fısıldaşmakta olan üç kişiden dördüncüleri mutlaka O'dur; beşin altıncısı da mutlaka O'dur. Bundan az veya çok olsun, her nerede olsalar mutlaka O, kendileriyle beraberdir. Sonra yaptıklarını kıyamet günü kendilerine haber verecektir. Şüphesiz Allah, herşeyi bilendir." (Mücadele Suresi, 7) 

Bu nedenle de asıl korkulması ve razı etmek için asıl çaba harcanması gerekenin Allah olduğuna gönülden iman ederler. Bu güçlü inanç müminlerde, insanların karşısında da olsalar  Allah'ın huzurunda olduklarının şuurunda olan samimi, doğal bir tavrı ortaya çıkarır. Onları, her türlü yapmacık konuşma ve tavırdan, samimiyetsiz düşüncelerden ve göstermelik hareketlerden uzak tutar.

İnancı Saklama Eğiliminin Yanlışlığı

Bazı insanların dinin gereklerini yerine getirenleri dışladıkları, onlara kendi düşük akıllarınca geri kafalı, çağın gerisinde kalmış insanlar olarak baktıkları batıl bir inanç sistemi içinde yaşayan ve Allah'a iman eden bazı insanlar, inancını gizleme gereği hissederler. Özellikle insanlara tapınma dininin yoğun olarak yaşandığı toplumlarda insanların iman edenlere olan çarpık yaklaşımı birçok kişinin ibadetlerini gizli gizli yapmasına neden olur. İnançlarından dolayı toplum tarafından dışlanacaklarını, işlerini, sosyal statülerini kaybedeceklerini zanneden birçok kişi bu dünyevi kayıplar yerine inançlarından ve dolayısıyla ibadetlerinden tavizler verme hatasına düşer. Çünkü genel olarak, insanların Allah'ı tanımadığı ve din konusunda cahil oldukları toplumlarda din ahlakı tamamen yanlış tanıtılmaktadır. Sözde dünyaya kapalılık, çağ dışı olmak ya da dünyadaki her türlü gelişmeye karşı tavır alıp binlerce yıl gerisinde bir hayatın özlemi içinde yaşamak gibi gerçekle hiçbir bağlantısı olmayan tanımlarla eş anlamda tutulur. Dindar insanların da böyle bir dünya görüşüne sahip olduğu ön yargısı hakim olur. 

Bu yanlış tanımlama bazı insanların dinden ve dindarlardan çekinmesine neden olur. Dolayısıyla bu kişiler din ahlakını öğrenmekten de uzak kalırlar, Allah'a inandıkları halde toplum tarafından bu şekilde bir insan olarak tanınmak istemedikleri için imanlarını gizli tutarlar. İnsanların gerçeği öğrendikleri takdirde kendileriyle olan bağlarını koparacaklarını, bunun sonucunda maddi ve manevi zarara uğrayacaklarını zannederler. 
Oysa gerçekten Allah'a iman eden bir insan Kuran'ın özünü kavrar. Allah'ın kullarından neler isteyip neler istemeyeceğini çok iyi bilir. Gerçek Müslümanların, yukarıda yer verilen tanımlardan çok farklı bir anlayış ve kavrayış içinde olduklarını anlar. Din ahlakının insanı fıtratına çevirdiğini, tüm dünya ve ahiret nimetlerini inananların önüne serdiğini anlar. Nitekim Kuran'da Allah insanları cehaletten ve cahilce hükümler vermekten sakındırır. Ayette şöyle buyrulmaktadır: 

Onlar hala cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah'tan daha güzel olan kimdir? (Maide Suresi, 50)

Ayrıca Kuran'da müminlerin cahil insanlardan; yani kendilerine anlatılmasına rağmen Allah ve din ile ilgili olarak geçmiş batıl inançlarını bırakmama eğilimi gösteren insanlardan yüz çevirmeleri emredilir. Bunu haber veren ayet şöyledir: 

Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslam'a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir. (Araf Suresi, 199)

Ayetlerden anlaşılacağı gibi İslam dini cehaletle fikri olarak mücadele eden bir yapıyı savunur. Bu ruhu almış insanlar sahip oldukları yüksek kültür ve görgünün yanında Kuran'ın ilmine sahip olmalarının etkisiyle diğer insanların kendileriyle ilgili olarak ne düşüneceklerini önemsemezler. En doğru olanı yapmanın eminliği içinde, sadece Allah'ın rahmetini, rızasını ve cennetini kazanmanın isteği içinde olurlar.

Allah’ın Rızasını Kazanmayı Amaçlayanlar Dünyada ve Ahirette Kurtuluş Bulur
İnsanlar ancak hak din ahlakını yaşayarak sağlıklı bir akıl ve ruha sahip olabilirler. Çünkü din ahlakını yaşamak, insanı dünyevi bağlardan kurtarır. Kişiyi sadece Allah'a ve O'nun hak kitabındaki emirlere karşı sorumlu hale getirir. Bu, insanlar için çok büyük bir kolaylıktır. Allah Kuran'ın birçok ayetinde İslam dininin kolaylığından bahseder, "Ve seni kolay olan için başarılı kılacağız." (A'la Suresi, 8) şeklinde bildirerek Müslümanların bu kolaylık içinde başarı sağlayacaklarını haber verir. Başka bir ayette de gönderilen elçilerin önemli bir özelliğinin insanların üzerine yüklenen ağırlık ve zorlukları, kuralları, batıl inançları kaldırıp onları özgür kılmak olduğunu haber verir. Kurtuluşa eren insanların da bu emirlere uyan insanlar olacağını şöyle müjdeler: 

… o, onlara marufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nuru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır. (Araf Suresi, 157)

Ancak üzerindeki dünyevi zincirlerden kurtulmuş, aklını, cahiliye ürünü olan fikirlerden arındırmış, temiz akıl sahibi bir insan hür düşünebilir. Böyle bir insan diğer insanların düşüncelerinden ve taleplerinden bağımsız olarak yalnızca Allah'ı razı edecek kararlar alabilir. Bunun nedeni, ölçü olarak sadece Kuran'da belirtilen sınırlara uyuyor olmasıdır. Bunun dışında, kitabın başından beri üzerinde durduğumuz gibi, insanların kendisi hakkında ne söyleyeceklerinin, ne düşüneceklerinin ya da hakkında nasıl bir kanaat edineceklerinin bir önemi olmaz. İman eden bir insan için Allah'ın rızasını kazanmaktan, O'nun emrettiği şekilde yaşamaktan başka bir hayat şekli yoktur. İşte bu gerçeği kavrayan salih müminler cahiliye toplumunun batıl dinlerinden biri olan "insanlara tapınma dini"ni hiçbir zaman yaşamazlar.

Allah Kuran'da bulundukları toplumun İslam ahlakından uzak yapısından uzaklaşan ve kendilerini Allah'a adayan insanlara dair pek çok örnek vermiştir. Bu şerefe erişmiş topluluklardan biri Kehf Suresi'nde haklarında detaylı bilgi verilen Ashab-ı Kehf'tir. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:  

Biz sana onların haberlerini bir gerçek (olay) olarak aktarıyoruz. Gerçekten onlar Rablerine iman etmiş gençlerdi ve Biz de onların hidayetlerini arttırmıştık. Onların kalpleri üzerinde (sabrı ve kararlılığı) rabtetmiştik; (Krala karşı) Kıyam ettiklerinde demişlerdi ki: "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir; ilah olarak biz O'ndan başkasına kesinlikle tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek olursak, andolsun, gerçeğin dışına çıkarız. Şunlar, bizim kavmimizdir; O'ndan başkasını ilahlar edindiler, onlara apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Öyleyse Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir?" (İçlerinden biri demişti ki:) "Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka taptıklarından kopup-ayrıldınız, o halde, (dağlara çekilip) mağaraya sığının da Rabbiniz size rahmetinden (bolca bir miktarını) yaysın ve işinizden size bir yarar kolaylaştırsın." (Kehf Suresi, 13-16)

Tarih boyunca Kehf Ehli gibi kendini Allah'a adamış, batıl inançlardan ve insanların rızasına yönelik dünyevi tutkulardan kurtulmuş pek çok salih insan yaşamıştır. Bu insanlar arasında en dikkat çeken örneklerden biri de Kuran'da ismi zikredilen mübarek bir insan olan Hz. Meryem'dir. Bir sonraki bölümde Hz. Meryem'in "alemlerin kadınlarına üstün kılınmasını" sağlayan yüksek ahlakına yer vereceğiz.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder